31 Aralık 2009 Perşembe

welcome me



bildiğin, bildiğim, hep gitmek istediğim, sıkça gittiğim, yakında temelli gideceğim yere, ilk defa bir yeni yıla girişte gidiyorum.


yeni yılın girdiğin şekilde geçtiğine elbette inanmıyorum, nitekim öyle farklı şekillerde girdim ve yıllarım öyle beşi benzemez hallerde geçti ki, bu inanışı yayan insanı anlayamıyorum..


yapmak istediğim bir tek şey var,
sessizce bu gece kış olmasına rağmen kalabalık olacağını bildiğim yolları yürümek,
sahile inip "aznak iskelesinde" bir sigara yakmak,
onu o şehrin ışıklarına doğru üflemek..


bu kadar.


şimdi ne oturup geçen yılı, ne gelecek yılı düşünebiliyorum.
zihnimi "o an"ın hayali kaplamış ama gene de bende bir tuhaflık var, heyecanlanmıyorum.
eskisi gibi değil, gideceğim için büyük bir mutluluğa kapılmıyorum,
deliler gibi sabırsızlanmıyorum mesela,
artık hiç bir şey için öyle bir şevk duymuyorum.
of sanırım çürüyorum lanet olası sinem nerdesin ya..
ama normal tabi bu kadar zaman kim bu masada oturup benimle aynı işleri yapsa ona da aynısı olurdu diyerek kendimi avutuyorum lakin bunun yanı sıra bir zaman evvel götüme kazık batırıp beni çalıştığım her yerden kaçıran o tuhaf özgürlük hissinin yeniden gelmesini bir türlü sağlayamıyorum.


birileri beni paraya ihtiyacım olduğuna inandırdı, hepimiz buna kandık, b. de aynı amaçla çalışıyor.
sanıyoruz ki çok çalışırsak bir gün çok paramız olacak ve çalışmak zorunda kalmayacağız ama o hikaye de öyle bitmiyor bunu da biliyoruz.
bu işin sonu:
1. 60 yaşında gelen emeklilik
2.600 lira olarak gelen emekli maaşı


ozaman ben 28 yaşımı hala neden burada harcıyorum?


harcamıyorum : )
hazırlık aşamasındayım sevgili sinem diyor içimin öbür yarısı, bekle geliyorum


ozaman ben 2010 senesinden bir beklentim var diyebilirim,
tam olarak şu şekilde:
kendimi bekliyorum.


(I am always more than welcome ozaman :)

ol ' an

bazen yazacak olursun, başlayacak kelimeyi bulamazsın. bir mektuptur bazen yazdığın, bazen kendine yazılmış öylesine yazılardan. ya da sana kalacak, başkasına yazılmış olanlardan. asla bulamazsın uygun kelimeleri, uygun kelimeler yoktur çünkü..kelimeler anlamını yitirir yazar yazmaz, bitince hiç bir yazdığını beğenemezsin, kelimeler kaybolur sanki..tam da şimdi olmakta olduğu gibi.

cevapsız soru

sabırlı olup beklemem gerektiği söyleniyor bana günah çıkarmaya gittiğim tüm rahipler tarafından.

günah çıkarma odasında bi sigara yakmama kızmazlar sanıyorum bu bekleme ve sabretme esnasında.

beklemeyi kolaylaştırmanın bir yolu var mı tanrım bu insanlar ne için çabalıyorlar?

neler görüyor gözlerim daha evvel hiç görmediklerinden hemde..

herkesin hayata tahammül etmek için bulduğu farklı yollar var;
kendini iş ile kandırmak,
kendini para ile kandırmak,
uyuşturucu ile kandırmak,
geçici delilikler uydurmak,
bir miktar alkol almak,
toplumun beklediklerine cevap vermek,
kariyer sahibi olmak,
çocuklar doğurmak..

nedir tüm bunlar diye soracak yaşta değilim artık değil mi?

bu oyunlara dahil olmak için ne gerekliydi peki?

hiç birisi işe yaramıyor görmüyor musun?

bütün beklentimiz ölmek üzerine aslında.
ölene kadar yapılacaklara karar vermek, ölene kadar zamanı değerlendirmek..

eğer gerçekten ölüm hem bu kadar aklımızda hem de sanki hiç başımıza gelmeyecek gibi durmasaydı zamanımızı yine de böyle mi geçirirdik sence?

kendime bildiğim en klasik sorulardan birisini sorayım: yarın ölecek olduğumu bilsem bugünü böyle mi yaşardım?

başka ne yapardım peki?

ah onu bir bulsam..

enteresan değil

acı çekme hissinin henüz çekerken hiç geçmeyecek gibi gelmesi ne enteresan.
şimdi sana baktığımda artık içimin hiç yanmaması ne enteresan.

aslında hiç de enteresan değil, bir yandan bunun da farkındayım, nitekim önceki seferlerde de hep aynısı olmuştu..
soğuk sabahlar, her zamanki gibi..
ve (eski bir) dostun söylediği gibi "ne bitmek bilmez bi umudum varmış benim" hissi..
hala hayaller, hala bir gitme çabası, peşimi kendi varlığımdan haberdar olduğumdan beri bırakmayan..
bir hafta önce "dünya üzerinde gidecek hiç bir yerim kalmadı" derken, şimdi yeniden başlayan tüm dünyaya gidebilme isteği..
burası olmayan bi yere..
kendimden biraz uzağa.
ilgimi dağıtmaya.
tanımadığım insanların arasında, dilimi konuşmayan, burdakilere benzemeyen, sokaklarında hiç bir hatıramın olmadığı bir yerlere gitme - kaçma çabası.

öpme

"ya benimsin ya kara toprağın" fikrine kapılan insan yüzdesinin oldukça yüksek olduğundan bahsediliyor. sadece bunu uygulamaya dökenler az..

çoktur belki de, neye göre az bilmiyorum..

bir insandan "sana ait olmasını" istemek de, sana ait olmayı kabul etmediği için onu öldürmek kadar enteresan.

ama..

"takıntılı" bir sevgi sahibi olmanın (adına aşk demiştik ozaman) ne olduğunu çok iyi hatırlıyorum.
sabah akşam düşün..
sen sevmesin, artık istemesin, seninle konuşmak bile istemesin ve sen bundan etkilenme.
"ben seviyorum, bize yeter" de.
ya da ben seviyorum ozaman benim olmalı.
neydi o disney'deki manyak karının adı? elmayra olabilir mi?
işte aynı onun gibi.
öpücem öpücem öpüceeeeeeeeeem diye bağırıp hayvanların gırtlağını sıkardı,
bütün hayvanlar ondan kaçardı.
ama ekstra bir durum hatırlıyorum orda, aslında o hayvanları sevmiyordu da, nefretinden mi sıkıyordu ne?
böyle bir şey mi "sıkan" sevgi, nefretle iç içe..

küçükyalı - koru sitesi hattı

akşam oturacağım ve otobüs yolculuğumda dişinin arasındaki eti çıkartamadığı için "cıks"layan teyzeyi, soda isteyen ama otobüste bulamayan bunun üzerine çareyi kendi kendine geğirmekte bulan ve geğirme sesiyle muavini korkutup "noluyo yaa" diye bağırtan teyzeyi yazacağım..bunun dışında istanbul bende 3 kısa sayfalık bir not olarak kaldı, onu da aktarabilirim..

(13 şubat'tan kalma bir taslak bu, devamı gelmemiş..)

kül

allah seni inandırsın, tam 8 sene olmuş.
allah beni inandırsın.
saçımda beyaz teller çıkmış.
köprü yıkılmış, sular altını bırakmış üstünden geçmiş, süpürmüş bitmiş..
yanmış.bitmiş.kül olmuş.

5 dakkada deişir bütün işler

kendi kendime yapıyorum bunları. kendi kurduğum fare kapanlarına takılıyorum, kurtulamıyorum.

bunda gülünecek bir şey yok..
bir hikaye yazmıştım içinde zakkumlar olan. biraz fazlaydı, çoktum ozaman. hamdım piştim diyemem, ocakta fazla kaldım yandım belki bilemem..

24 Aralık 2009 Perşembe

itikat mı yok takat mı?

arada bir bu blogu açıp bakıyorum bir şey yazılmış mı diye..
enteresan, kendimden habersiz yazı yazmış olmayı, sonra da oturup onu okumayı umuyorum sanırım. ya da belki açar bakarsam canım yeniden yazmak ister ve yazarım diye düşünüyorum. ki öyle bir şey de olmuyor. bakıyorum, kapıyorum. bıraktığım gibi duruyor her şey. ben de bıraktığım gibi duruyorum belki de bundan kaynaklanıyor.

bir süre evvel bıraktım..

ben bırakmadım kendiliğinden oldu..

daha fazla dayanacak gücü kalmayınca düşünmeye, çıkar yol aramaya, ne yapacağını bulmak için didinmeye, DURDU.

ama ne güzel durdu yahu..

sanki ben yaşamıyorum, tam da istediğim gibi, hayat kendiliğinden gidiyor. her gün aynı hareketleri aynı rutin içerisinde yapıyorum. aynı saatte kalkıyor, giyiniyor, köpeğimi gezdiriyor, işe geliyor, aynı saatte yemek yiyor, işten çıkıyor, köpeğimi gezdiriyor ve eve gidiyorum.
hiç kimseyle görüşmüyorum (bir abartı değil gerçekten hiç kimseyle görüşmüyorum ve en ufak bir şikayetim yok bundan) hiç bir şey yapmıyorum. alışverişe gitmek, film izlemek, kitap okumak istemiyorum. en ufak bir mutsuzluk, sıkıntı, durumu değiştirme çabası, gelecekten bir beklenti filan da taşımıyorum.

bir zaman evvel az geldiği için şikayet ettiğim anestezi sanıyorum tamamladı kendisini..

işte tam da bu sebeple, yazı falan yazmıyorum.

13 Kasım 2009 Cuma

hakan günday - malafa

"sizin en büyük sorununuz da bu.bir rakı sofrasında dost olup, ertesi sabah birbirinizi bıçaklayabiliyorsunuz. ilk tanışmada yakınlaşıp, birbirinizi tanıdıkça uzaklaşıyorsunuz. bizse tersini yapıyoruz. uzaktan başlayıp, ağır ağır yaklaşıyoruz. dost olmamız uzun sürüyor ama dostluklarımız kalıcı oluyor. doğu ile batı arasındaki fark hilal ile haç arasındaki fark kadar. hilal bombeli. haçtaysa dik açılar var. hilal altında yaşayanlar da bombeli hayatlara sahip. genişler,kurallarla ilgilenmiyorlar, zamanla ilgileri yok, çöl kumu gibi uçuşuyorlar. haçın gölgesindekilerse set ve köşeli hayatlar yaşıyorlar. yasaları, kuralları olan, dik açılı hayatlar. hilalin altındaki insana, haçın gölgesindeki düzeneğe inanıyor.dolayısıyla hilalle yaşayanların her biri ayrı bir düzenek geliştiriyor. küçük çeteler. küçük düzenekler. haç, insana tek bir düzenek emrediyor. doğu ile batı arasındaki fark bu."

bağırcam şimdi

üzerimden yük falan kalkmadı, kalkacak gibi de değil.
belki de bu üzerimde yük var sandığım şey başka bir şeydir, ondan kalkmıyordur.
neyi sonuca bağlarsam bağlayayım, her zaman düşünülmesi gereken başka bir şeyler olacağından (olduğundan) bu yükü demirbaş kabullenebilirim aslında ama her akşam bu saatlerde göğsümün orta yerine bir sıkıntı çöküyor.
yani yük neyse de sıkıntı çok çekilmez.
baaağğğğğğ diye bağırsam rahatlarım gibi geliyor, arabayla eve dönerken şarkı söyleyen danaların bostana girmiş haline benzer bir hal takınıyorum, yok, geçmiyor..

başka türlü bir şey benim istediğim,
ne ağaca benzer ne de buluta..

:)

12 Kasım 2009 Perşembe

anlaşmalı boşalma

değil tabi konumuz.

ama olsaydı şu şekilde olucaktı;

2 adey beyaz kağıt alınır.

kağıtlardan bir tanesine "protokol" diye başlık atılır ve maddeler halinde istekler yahut isteksizlikler sıralanır, 2 taraf da ad soyad imza yapar.

diğer kağıt alınır, üst tarafa isimler yazılır, akabinde açıklama kısmı hazırlanır ve bu bölümde de protokoldekine benzer açıklamalar yazılır. buna iki kişinin de imza atmasına gerek yoktur, anlaşmanın yapılmasını isteyenin imzalaması yeterlidir.

sonra tevzii'ye gidilir, bilgisayar çıktısı ele alınır, onda ödenmesi gereken miktar yazılıdır. (yaklaşık 50 TL)
bununla vezneye gidilir, sıra beklenir, para ödenir.
akabinde dosya memurluğuna gidilir, dosya alınır.
sonra ptt'te gidilir, 2 tane pul için 10 TL ödenir, pullar yalanmaz, yapıştırılmaz, ataçlanır.
Nüfus cüzdanı ve dilekçenin fotokopisi alınır, hepsiyle birlikte başa dönülür, "tevzii"ye gidilir.

Erkeklere sırıtmaktan ağzı genişlemiş gerzek 2. kere de seni görünce aynı tepkiyi verip ani bir surat asma hamlesine girişebilir, sıran gelmiş olmasına rağmen yan bankodaki avukat beyden gözünü alamayan bu kişinin aynı zamanda kulağına da yarak kaçmış olabilir ve "bakar mısınız" sorusunu duymayabilir, o yarağı çıkarmak senin görevin değil, üzerinde durma.

Sonra biter, elinde bir takım kağıtlar ile çıkarsın, koridorda elleri kelepçeli, kolundan bir polis çekiştiren ona rağmen cep telefonundan mesaj yazmaya çalışan genç adamın acaba ne suç işlemiş olduğunu ve mesaj yazılan kişinin ne kadar üzgün olduğunu düşünmemeye çalışırsın.
bir sabah Antalya sıcağında aldığın "beni götürüyorlar" haberini unutmaya çalışırsın. belki de böylesinin daha hayırlı olduğunu bilecek kadar yaşatmıştır hayat sana. hapse girmenin ölmekten daha iyi olabileceğini düşünebilirsin.

komik ve eğlenceli olsun diye "anlaşmalı boşalma" yapmıştım adını ama olmadı bak.
anlaşmalı boşalma konusunu da kısaca işleyeyim madem

erkek: "geliyo musun?"
kadın: "ıı ııııh"
...
"geliyo musun?"
"ıı ııııh"
..
"geliyo musun?"
"ıı ııııh"
..
"geliyorum"
":/"

anlaşmaya gönlü olan bu "geliyo musun" sorularından adamın darda olduğunu anlar ve gelebiliyosa gelir. buna anlaşmalı boşalma denir.

bu kadar.

6 Kasım 2009 Cuma

Is there a secret cold war between marrieds and singles?


Eveeet..

Bu bölümümüzde Sex&The City'den Carrie'nin cevap arayıp da bulamadığı, sormaktan da kendisini alamadığı (I couldn't help but wonder) sorularına cevap arayacağız..

Nedir sorumuz;
"evliler ile bekarlar arasında bir soğuk savaş durumu mu var?"
Cevap veriyoruz şimdi:

Evet var..
En azından "evet var" denebilecek kadar çok olan bir kısmında var..

Önce soruya evlilerin tarafından bakalım;

Baktığımız gözün sahibi de evli bir kadın olsun..

Bekar kadınlara bakan normal bir evli kadın kafası şu şekilde çalışır:

"Eeee düğün ne zaman?".

Hayırlı olsun filan gibi bir şeyin karşılığı
"darısı başına"dır.

Niyet, bekarların da evlenmesi ve piyasada aynı yaş grubundan kimsenin bekar kalmamasıdır.

Bunun sebeplerini tam olarak araştırmak yahut anlamak mümkün değil,
Çünkü kadın kafası olabildiğince tuhaf çalışır.
.

İlk aklıma gelen seçeneklerden bir tane sebep,
piyasada bekar popülasyonu bulunmasının, evlenilmiş adam açısından bir risk faktörü oluşturması,
yani açıkça bir kendine ve kocaya güvensizlik durumudur.

Bekarlara ise zaten hiç güvenilmez, ondan bahsetmeye gerek yok.


Bu sebeple evlenen herkesin dileği etrafındaki insanların da evlenmesidir.


Bir nasihat olarak "evli çiftler ile görüşür hale gelmek" gündemdedir,

Bekar arkadaşlar bir kenara ayrılır,
onlarla yalnızken görüşülür,

Çiftli git geller başlar,

Birileri hamile kalır ve akabinde bu seferde "siz ne zaman çocuk yapıcaksınız" sorusu gelir (bu konuya teğet geçmek istiyorum müsadenizle).


Netice olarak kadınlar, birbirlerine benzer bir şekilde, doğar, büyür, evlenir ve doğururlar.


Bu standartların dışında kalan, kalmak isteyen, kendi ayakları üzerinde ve yalnız/eş değiştirerek ve gelinlik hayali kurmadan yaşayanları ise sınır dışı edilirler.


Bu konunun esas enteresan olan kısmı ise, evlenmeniz konusunda baskı yapan yaklaşık 10 arkadaştan 8 tanesinin evliliğinden o ya da bu şekilde memnun olmaması ama "idare etmesi, en az 4 tanesinin ise hayatından bezmiş ve evlendiğine bin pişman olmasıdır.


Yine de evlenmenizi isterler..


Neden peki?


Buna da bir çukur teoremi adını veriyorum ben.

Kadınlar bir şekilde toplum, ahlak ve benzeri baskılar sonucu bir çukura düşer,
düştükleri çukur içerisinde de dışarıda kalanları "dışlanmış" zanneder
ve bu sebeple onları da yanlarına alabilmek için türlü çeşit hallere girer.


Nedir bu haller?

Evlilik ve çekirdek aile hususunda olur olmaz görüş bildirmek,

Her aradığında "hayatında kimse yok mu, sen ne zaman evleniceksin" demek,
"Hadi kızım bak yaşın kaç oldu artık bul birini yoksa evde kalıcaksın" demek,

"Bu akşam bize gelsene" diyip, haber vermeden saçma sapan adamlar ile baş-göz etmeye çalışmak,

ve benzeri..

Kendilerine o bekar hayatın hatırlatılmasını istemezler/hemen unutmaya teşnedirler,
görmeye dayanamazlar,
tek dayanabildiklerini kendilerinden daha mutsuz olan çiftleri bulup,
kadın kadına mutfakta "kaynım bana kaydı" standardında devam eden şikayetlere girmek, kendi şikayetlerini ancak daha kötülerini dinleyebilmek için dile getirmek,
ve eve "benimkinden daha kötü kocalar da var" fikri ile dönmektir.


Bu kadının kirli ve kötü yönüdür.

Üstelik bunu bütün kadınlar bilir,
yine de oynamaya devam eder...

35 yaşında hala hiç evlenmemiş olan bir kadın tuhaf,
40 yaşında ise kabul edilemez bir gerçektir.


Bu "bekar kadın"ın yalnız/çok eşli hayatından ne derece memnun olduğu,
evli olması halinden çok daha iyi bir hayat yaşaması gibi gerçekler mühim değildir,
"insan dediğin evlenir".


Ben burada iyi niyetten uzak,tuhaf bir kıskançlık çeşidi olduğunu düşünüyorum.

İnsan elbette sevdiği,
ömrünü beraber geçirebileceğine inandığı biri ile evlenebilir,
mutlu olabilir,
yuva yapabilir.

Ancak evlenmemiş olanları düşman olarak görmeye başlamak bambaşka bir hal..

Bekarların sahip olduğu "inek beslemeden süt içme" rahatlığı batıyor evli insanlara.

Aynı şekilde, tecrübelerime dayanarak, evli olup bekar rahatlığında yaşayan insan da batıyor.

"Öyle evlilik mi olur?" diyorlar.


Neden?


Çünkü evlilik dediğinde
sıkıntı,
kapris,
kavga,
huzursuzluk,
kıskançlık,
kısıtlamalar
olmalıdır.


Olmazsa,


olmaz..


Erkekler açısından ise durum daha farklı.
Bu bahsi geçen soğuk savaş onlarda yok.
Daha ziyade, evlenmeye karar vermiş arkadaşlarına evli erkeklerin öğütleri sıklıkla;
"manyak mısın oğlum sen",
"yakıcaksın kendini",
"gel yol yakınken vazgeç" şeklindedir.


İnsanın evlendiğinde tek eşli kalacağının garanti altına alınabileceği elbette biraz "old-fashion" bir görüş.

Nitekim artık evliler de her haltı yemekte bir mahsur görmediğinden, atı alan üsküdarı geçiyor.

Hatta evli olan kadın ve erkeğe piyasada arzın yüklü bir artışı var sebebi de "hiç değilse onu bırak beni al diye başıma bela olmaz" görüşü..

Bu sebeple aslında anlaşılması gereken,
evli kadınların etraflarındaki bekarları evlendirerek riski ortadan kaldıramadığı,
yalnızca bir miktar (o da belki) azaltabildiği.
.

Ancak diğer sebep olan bekarlarda bulunan "gez-toz-eğlen-hayatını yaşa" özgürlüğüne doğan kıskançlığa bulunabilecek karşılıklar da şunlar:
"Yaşlandığında tek başına kalacaksın",
"İnsan bazen omzunu dayayacak bir baş arıyor",

"Bütün ömrünü sevgili değiştirerek geçiremezsin, sen de yaşlanacaksın".


Diğer tarafa geçip, bekarların evliler ile bir soğuk savaşı var mı diye baktığımda,
Ancak evlenmek isteyip evlenemeyen,
Kendine bir türlü uygun birini bulamayan,

Etrafındaki tüm iyi ve kendine uygun erkeklerin kendinden daha küçük ve güzel kadınlar ile evlendiğini fark eden
Ve bundan muzdarip insanlarda olabileceğini görüyorum.


Bu da gerçekten bir haksız rekabet ortamının sonucu gelişen haklı bir serzeniş.

Erkekler rahatlıkla para ve mevki kullanarak kendilerinden küçük kadınlar ile birlikte olabilir, evlenebilirken,
kadınların kendilerinden küçük erkekler ile birlikte olması otomatik bir "jigolo tutmuş kendine" tepkisine yol açıyor (bu da yine kıskançlıktan kaynaklanıyor elbette).


Erkeklerin yaşlandıkça mevki ve para sahibi olması onları "karizma" sahibi yaparken, Kadınların yaşlandıkça mevki ve para sahibi olması ancak estetik müdahaleler sonucu bir avantaja dönüşebiliyor.

Çünkü kır saçlı erkek karizmatik,

Kırışmış kadın yaşlı oluyor..


Kadınlar 45-50 yaşlarında kendilerine o yaşlarda düzgün bir erkek bulmakta zorlanırken, Erkekler 45-50 yaşlarında yarı yaşındaki karıları alıp bir güzel piyasada endam sergiliyor..


Bekar kadınların bu durumda 25-30 yaşındaki gözü 45-50lik adamlarda olan diğer kadınlara kıl olması gayet "normal".

Yani onların soğuk savaşı "evlilik-bekarlık" ile değil, onların savaşı kırışan ciltler, ilerleyen yaşlar ve daralan erkek havuzu ile..


SONUÇ: Evliler ve bekarlar arasında bir soğuk savaş yok aslında,

Mutlu olamamış evli kadınların kendilerinden daha mutsuz olmayan herkesle bir savaşı var..

Bunun dışında tüm kadınların tüm kadınlar ile bir soğuk savaşı var ki bunun evlilik - bekarlık ile alakası yok,
Ve erkeklerin kadınlara göre her zaman daha sığ olmak gibi bir avantajı var;
bu tip konularda, bizim kadar düşünüp/yazıp kendilerini yormuyorlar :)

5 Kasım 2009 Perşembe

ufak

bazen, bir anda bir şeyler kırılıveriyor içimde.
içeride bir yerlerde, midem ile göğüs boşluğum arasında, bir kırılma.
bükülemediğimden kırılıyorum.
kıvrılamadığımdan.
bu kırılmayı unutabiliyorum, çokça zaman. kırılmanın büyüklüğüne ve şiddetine bağlı olarak.
hiç unutamadığım da oluyor, bazen, nadir de olsa..

"teorinin anasını siken pratik"

"İnsanlar sürekli konuşuyor. Oysa konuşmanın hiçbir önemi yok. Önemli olan yaşamaktır. Pek sevgili Hakan Günday’ın da dediği gibi “teorinin anasını siken pratik” müsaade etmez konuşmanın yaydığı enerjinin etrafa yayılmasına, ortamı domine etmesine. Aslolan yaşamın kendisidir. Sen istediğin hikayeyi anlat, önemli olan yaşadığındır. Aslında herkes konuşmadıklarıdır, anlatmadıklarıdır, yitirdikleridir. Önemli olan önemi olmayanlardır. Bir sıcak çaydır bazen her şey bazen de paradır. Hahhaha Para nerden çıktı di mi? Para işte tüm hepimizi bu hallere düşüren. Misal para olmasaydı hiç birimiz şu an bu modemlerle bir yerlere bağlanıp milyarlarca web sitesinin içinde bi yerlerde kendimizi tanımlamaya çalışıyor olmayacaktık. Anlattırma bana şimdi, iyi düşün bulacaksın nedenini. Misal parası olmayanın internet bağlantısını keser Türk Telekom. Para yüzünden dört duvar bir yerlere tıkılıp akşama kadar yapmak istemediği işleri yapıp, öğrenmek istemediği dersleri öğrenip konuşamayan, yaşayamayanlar gece olunca nete dalıp yaşamaya, varolmaya çalışıyor. Aman neyse..."

http://travisandtylerdurden.blogspot.com/2009/10/kar-payiymis.html

25 Ekim 2009 Pazar

ol

otur ve yaz. şimdi tam zamanı çünkü kafandan geçen kelimeler yine toplasan bir ceviz kabuğunu doldurmayacak kadar olsa da muhteşem bir gürültü yapıyorlar. okadar çok kelime var ki dayanılması çok güç bir hal alıyor, her kafadan bir ses çıkıyor, seninse aslında çok az kelimen var söyleyecek. oysa ne kadar da çoktular bir zaman önce. vazgeçilmeyecek hiç bir şey yok. bunların başında hayatın kendisinin geliyor olması işleri kolaylaştırıyor aslında. ardından insanlar, hayaller ve nesneler geliyor. bir takım maddeler.. diyorlar ki küçükmüş istediklerim, bana küçükmüş.. diyorlar ki büyükmüşüm ben, büyümüşüm. .diyorum ki, "experience is what you get when you dont want to get it", diyorum ki işte tam olarak bu sebeple haklı olabilirsiniz. tecrübe kazanmış olabilirim. bu beni "kazanmış" yapmaya yetmez. isteklerimi karşılayabilecek gücüm var çünkü hepsinden vazgeçebilecek gücüm var. bağlılık ortadan kalkıyor. iş, ev, şehir, para anlamını yitiriyor. bir boşluk var adına hayal deniyor, tam bunu yazarken tırnağım kırılıyor. işaret parmağımın tırnağı ve bu her şeyi zorlaştırıyor. ne düşüneceğimi bilmiyorum. zaman zaman bu kadar güçsüz ve zaman zaman 5 adamı karşıma alıp "neden bahsediyorsunuz siz?" diyecek kadar güçlü olabilmek tuhaf. enerjimi alıyorlar. başka şeylerden bahsediyorlar, benim anlattıklarımdan çok başka. aslında her şeyin özünü kısacık anlatıyorum "mutlu olabileceğime dair biraz inanca ihtiyacım var" diyorum. çünkü boğuluyorum, çünkü yine geldi o his, o ak parti binasına bakarak sigara içen ve ameliyat masası satarak para kazanmaya çalışan kıza dışarıdan bakıp küçümseyen s. yine geldi. benimle dalga geçiyor. gözlerim doluyor durduk yere, çünkü bana "başaramadın" diyor, yapamadın oysa çok iddialıydın.. iddian kendineydi ve kaybettin. bunları söylemiyorum. onlar diyorki "tecrübe kazandın" ben diyorum ki "experience is what you get when you dont want to get it".. kazandım mı? Ona çok sinirleniyorum. Bunu başarmama yardım etmediği için, kaybetmeme izin verdiği için ve her şey sanki o kaybetmiş ben kazanmışım gibi göründüğü için çok kızıyorum. Bu kadar sakin ve rahat olduğu için, benim içinde bulunduğum tüm bu karmaşaya karşılık onun her şeyi bu kadar olurunda göründüğü için. Bir sıraya koy diyor bana. Önce evi boşalt, sonra resmi işleri hallet, sonra iş bul, sonra git. Kendi hayaline, yapmak istediğin şeye doğru git. Ne kadar korktuğumu anlatmam çok zor çünkü gitmek için ısrar eden benim. Herkese savaş açan, her şeyi gözden çıkaran benim. İt gibi korkuyorum. Ya olmazsa, ya yine mutlu olmazsam bu defa ne isteyeceğim? İnsan evladı doyumsuzdur, tatmin diye bir şey yoktur, sahip olamayacağını istersin ve sahip olduğunda değerini yitirir çünkü sen artık bir üsttekini istersin. Ama ben okadar uzun zamandır aynı şeyi istiyorum ki bunun gerçekleşmesinden it gibi korkuyorum. Çünkü şimdiye kadar mutsuzluğuma sebep gösterecek birileri hep vardı. Şimdiyse bütün kararları ben veriyorum. Şimdi de mutsuz olursam kendimden başka suçlayacak kimseyi bulamamaktan it gibi korkuyorum. Denemeden asla bilemeyeceğim şeyin adı hayal ve onu gerçekleştirmeme ramak kala korkudan dizlerim titriyor. Damarlarımdaki asil kanda bir sorun var sanıyorum, dolaşım bozukluğu, anlatım bozukluğu, distribütör arızası var. Bir sorun var tam olarak ne olduğundan emin olamıyorum. Başka nedenler arıyorum, ya öyleyse ya böyleyse diyorum.. Ama aslında bütün yapmam gereken bunun adının korku olduğunu kabul etmek biliyorum. Daha kötü olabileceğine dair beynimi kemiren bu korkudan kurtulmam gerekiyor. Her şey daha kötü olabilir, kaçacak yerim kalmayabilir, bu çok tehlikeli, hayalsiz kalma ihtimali beni öldürüyor. Bu kadar çok ihtimal içerisinde kendime güvenimi derhal kaybediyorum ve bunun için herkese açtığım savaşı kendime karşı kaybediyorum. Olmazsa da geri gelirsin diyor, gelemem diyemiyorum. Bir daha gelemem, öyle yaşayamam. İhtimallerin beynimi kemirmesine müsaade ediyorum. Gizlice içtiğim ilacın uykumu getirmesini, bana rüyasız bir uyku vermesini beklerken işaret yeteneğini kırık bir tırnak ile yürütmeye çalışan parmağım klavyenin tuşları üzerinde hiç bir şeye işaret edemez görünüyor gözüme. Ona çok kızıyorum. Kendime daha çok kızmanın bir manası olmayacağını düşünerek, normal insanların hayatlarına özenerek bir kere daha hazırlan diyorum. Hazırlan ve kendini bırak. Bırak su aksın, yatağını bulsun, denize varsın, hepsine karışsın, arasında kaybol.. Ya var ol, ya da yok ol..

15 Ekim 2009 Perşembe


nispeten kolay geçen bir hafta oldu bu hafta.
nispeten çünkü bir takım hayaller yeniden kafama üşüştüler buarada.
yine aynı eski hayaller aslında..
teknede yaşa, netsel'de otur, mümkünse çalışma, çalışıcaksan da burda olmasın :)
neden gerçekleştirmek bu kadar zor? götüm mü çok büyük acaba? mümkün evet..

enteresan, 2 yazı aşağıda "baki kalan aşk ver" diyordum, Elif ŞAfak'ın Aşk'ını okuyorum ve bu sabah oradaki desperate housewife kılıklı Ella'dan tam olarak bu sözleri duydum "Tanrım ya bana aşk ver ya da aşksız yaşamayı umursamayacak bir hal ver" diyordu.

Buarada Hakan Günday'ın da sonunda yeni romanı çıktı; "Ziyan". Koşarak gittim almaya, ne zamandır kitap almamıştım ve ne zamandır kitap görüp heyecanlanmamıştım, mutlu oldum.

Bir deniz hasreti başladı içimde, sanki hiç marmaris'e gitmemişim gibi bu sene. Aslında az kaldı yine gün sayıyorum, Kasım ortasında ordayım ama hiç de bekleyesim yok bir yandan..

Çabuk geçsin zaman. Güzel de geçsin..

çekilin lan

daraldım ha..
komiklik yapınca "sen böyle bi insan değildin niye böyle yavşak oldun" diye itiraz eden yok ama iş sakin sakin durup kendi halinde takılmaya gelince "ne bu hal?" deniyor hemen!

ulan ben her daim deli olmak zorunda mıyım?

hep bi cinlik peşinde, içinden it çıkarıp laf sok komik olsun, salak ol millet gülsün.. bu mu yani?


her daim organizasyon insanı, hayatın suyunu nası sıkarımın peşinde, devamlı bi hareket, gezi planı, eğlence planı, onu da arayalım o da gelsin, fotoğraf çekelim, yürüyüşe gidelim, hiçbir şey yapamıyosak ozaman bari parkta oturalım, çıkın evden çıkın evden diye götümü yırttım.
bitti benim mesaim.
bundan sonra siz uğraşın..


yorgunluktan değil bu, aslında isyan da değil sadece canım istemiyor artık işte. zevk alan yanlarıma bi hal oldu.

geçer diyorsunuz, ya geçer ya geçmez, dün akşam s.'ye belirttiğim üzere, beğenenler ile yaşantıma devam edeceğim, beğenmeyenlere seyahatlerinde esenlikler dilerim.

14 Ekim 2009 Çarşamba

nice to meet you, sad to leave you..

Amin


Of allahım nası bi insanım ben ya..
Yani senle ya'lı yu'lu konuşmamak gerektiğinin farkındayım ama öte yandan sufilere inanırsak, diyorlarki arapça anlamadan ezberden konuşmak yerine, içten/gönülden bir takım monologlara girmek daha iyiymiş, nitekim bana da öyle geliyor.

Velhasıl, saygısızlık etmek istemem ama, hakkaten nası bi insanım ben?

Şimdi sen bana akıl vermişsin, mantık vermişsin, duygu vermişsin, kader vermişsin, kaderime yön verme gücü vermişsin eyvallah, her şey çok iyi görünürde ama peki eksik olan yahut fazla konan malzeme nedir? Bir hata var, sen de görüyorsundur sanırım. Bir türlü doğrulamıyorum, doğrulanamıyorum. Annem "Doğru tektir" ve "Aklın yolu birdir" gibi cümleler kuruyor ama ben o tek ve bir olanı bir türlü tutturamıyorum.

Benim ne olduğum, nasıl olduğumdan öte, senin diğer kullarına bir takım zararlar vermekte olduğum da aşikar. Beni engelleyecek bir şey yapmıyor olmana saygı duyuyorum, her türlü hıyarlığıma müsade ederek beni uzaktan izlediğini ve buna rağmen beni koruyor-kolluyor olmanı da minnetle karşılıyorum. Hıyarlık yapma hakkımın baki olması, bu durumda da özgür bir iradeye sahipmişim gibi hissetmem hoş ancak öte yandan vermiş olduğun vicdan sebebiyle de sıkıntılı anlar yaşıyorum. Hem onlardan hem de senden sıklıkla özür dilemek mecburiyetinde kalıyorum. Karar hakkımın elimden alınmasını ve adıma doğru kararlar verebilecek bir vekil tayin edilmesini talep ederdim ama fazla yüzsüz olacak sanıyorum. Nitekim bu talebime karşılık olarak da "anneni verdik ya, habire senin adına karar vermek için çaba harcıyor, sıklıkla da senden doğru karar verir ama sen kabul etmiyorsun" diyebilirsin, haklısın. Burada da bir problem var işte, onun kararları verdiği esnada bana hiç de doğruymuş gibi gelmiyor. ya da daha beteri, canım istemiyor..

Sana mektup yazmanın bir lüzumu yok elbette ama aklımdan konuşacak kadar iyi kafamı toplayamıyorum. tüm bu cümleleri kafadan kuramazdım yani, kelimelerin görsel yolla iletimini buldurman çok iyi olmuş, yoksa ben ne bok yerdim hiç bilmiyorum..resim de yapamıyor olduğumdan zaten çok iyi olduğunu sandığım ancak habire sıçtığım iletişim halinde hepten batardım sanıyorum.

Of Allahım, burda durum böyle, ben çok sıkılıyorum.
Çalışmak istemiyorum, senin de içimi bildiğin düşünülürse inkar etmenin hiç bir manası yok, nereden geldiği çok da mühim olmayan bir miktar parayı hayatımın geri kalanında yemek istiyorum. Çok fazla paraya ihtiyacım olmaması bu durumda bana bir artı puan kazandırabilir belki (diye umuyorum)
Bunun dışında, baki kalabilen bir aşk istiyorum (bu da "kaybolmayan sakız istiyorum" gibi oldu ama daha ulvi bir isteğim olduğu düşünülerek buradan da gidiş yoluna puan verilmesini rica edebilirim.) Bir takım insan evlatları "aşk senin içinde" filan diyebilir, yahut "baki olan Allah aşkıdır" da diyebilir ancak ben allahaşkına gayet insani-fiziki bir aşk istiyorum, o heyecan, tutuşma, yerden yüksekte yürüme, eğlenme, özleme, kör olma halinin baki kalmasını istiyorum.

Aslında bütün istediğim bu kadar.

Böyle bakınca iki kalemden oluşması sebebiyle ne kadar da az şey istiyorum ama biliyorum ki aşkı bulsam sağlık ve huzur da isteyeceğim, bir de mesela "mutlu aşk yoktur"muş, elbette mutlu olmak da istiyorum. Sadece ben aşık olursam bu program sıçacağından bunlardan karşımdaki insana da vermeni istiyorum.

Allahım, beni insan et. Ne demek istediğimi sen çok iyi biliyorsun. Ya bu durmadan bana gelen, hep gelen, geçecek gibi olan ama bir türlü geçmeyen isteklerden beni arındır, ötekiler gibi et, ya da istediklerimi elde etmeme yardım et.

Teşekkürler, saygılar..

S.

13 Ekim 2009 Salı

o.wilde




yet each man kills the thing he loves,

by each let this be heard,
some do it with a bitter look,
some with a flattering word,

the coward does it with a kiss,...
the brave man with a sword!

some kill their love when they are young,
and some when they are old;
some strangle with the hands of lust,
some with the hands of gold:
the kindest use a knife, because
the dead so soon grow cold.

some love too little, some too long,
some sell, and others buy;
some do the deed with many tears,
and some without a sigh:
for each man kills the thing he loves,
yet each man does not die.

12 Ekim 2009 Pazartesi

8 Ekim 2009 Perşembe

sil baştan...

ben olmak çok zor desem, biliyorum anlayacak bir ben varım.
anlatmaktan yorulmayan da bir benim zaten.

ben olmak, bir bana çok zor.

bir bedende bunca çok ben,
aklı ile kalbi hep çekiştiren,
bir birinin bir ötekinin peşinden gitmekten, bölünmekten, aramaktan, bir olmaya çalışmaktan, bir yol bulmaya çalışmaktan, bulduğu yoldan sıkılmaktan, yenisine, başkasına sapmaktan, yeni girdiği yolda da aramaktan bunca sıkılan, yorulan, ama duramayan olmaktan çok yorgunum.

ne liman ne okyanusta,
ne dinginlik ne delilikte var olabilen,
ne istediğini bulamadığından, bulduğundan emin olamayan,
hem bunca başına buyruk hem de bu kadar bağlı olmaktan,
bir "aşk" diye divane olmaktan, bir "olmaz böyle" deyip, onların sözüne kanmaktan,
kanamaktan, katılmaktan,
katıla katıla gülüp, kana kana ağlamaktan,
bir anda her şeyi bırakıp, sonra yeniden hepsine birden başlamaktan,
bir türlü karar veremeyip, sonra kararını verince bir türlü emin olamayıp,
aklı erse kalpten olan, kalbi yatsa akılsız kalan,
ben olmaktan
okadar yoruldum ki..

başkalarına bakıyorum,
herkesin bir yolu var sanki.
ya akıllı ya deli,
herkes tutturmuş teranesini..

bense nerdeyim, ne isterim, neyi yapabilirim,
şimdi bu yoldan çıksam, ona girsem,
ne kadar gidebilirim?

bu defa kim yanar kurunun yanında
bu defa kime yazık ederim?

zararım bir tek bana olsa, belki de bu kadar sorun olmayacak ama,
hep yarı yolda bırakmaktan da bıktım artık.

divane aşık gibi, dolanırım yollarda..

5 Ekim 2009 Pazartesi

30

"Bu kızı yeniden büyütmeliyim
Kor ateşlerde yürütmeliyim
Değirmenlerde öğütmeliyim
Farkındayım"

bu hayat boyu sürecek bir işlem anlıyorum.
bir kere daha öğütmeli,
yeniden büyütmeli,
bir adım daha ileri,
düş,
kalk,
yaralan,
kabuk tut,
kabuk kopar,
kanasın kanasın, izi kalsın,
bir tane daha,
daha büyük, daha geç iyileşiyor yaralar,
kabukları koparmak da daha zorlaşıyor,
sevmekse eskisinden zor.
başka hatalar, başka insanlar,
daha fazla etkileyen sonuçlar..

şimdi tam zamanı ama, bu kızı yeniden büyütmenin, ders almanın tam zamanı. şimdiye kadar olduğundan farklı olarak, bu dersi şimdi almazsam, daha da alamam çünkü..

bugün 5 ekim. Fiko 30 yaşında.
belki de hiç 30 yaşında olmadığı için şanslı..
bu kadar çok onu özleyen, seven, düşünen insan olduğu için şanslı..
başucunda çocuk resimleri duran, rengarenk çiçekleri olan, göğe değen çam ağaçlarının altında, hiç ayrılmak istemediği şehrinde, dünyanın en huzurlu mezarına sahip olduğu için şanslı..
ve bana yaşattığı tüm mutluluklar için de ben şanslıyım.
birini bu kadar sevebilmek, biri tarafından bu kadar sevilebilmek ve diğerlerinin aksine bunun artık ölüm tarafından "ölene kadar" koruma altına alınmış, bozulmayacak şekilde saklanmış olduğunu bilmek benim şansım..

seni çok seviyorum dediğimde ağaçtan kafama düşen kozalağa, onunla güler gibi gülebilmek ve benimle beraber güldüğünü bilmek,
sevgisini göğsümün tam ortasında bir alev gibi hissedebilmek,
bunun geçmemesi, bozulmaması, bitmemesi, şansım.

olduğun yerde, en güzel mavilerin ve yeşillerin içinde, huzur ve mutluluk içinde, beni bekliyor olmanı diliyorum, seni çok seviyorum.




1 Ekim 2009 Perşembe

beni sevmeyen bitlensin

tatile filan gittim. 9 günmüş, anlamanın imkanı yok tabi ne ara başladı ne zaman bitti. aslında tatilden de bir şey anlamadım. eski tatiller bardak oldu şimdi. öyle bir eğlence manyaklığı filan çok uzakta, radikal kararlar ise yakında..

içim biraz rahatladı da üç beş satır yazabiliyorum. bu kadar da çok düşünecek bir şey yok aslında. bir takım kararların öncelikli verilmesi gerekiyor. ilk ayağımı atmıştım zaten, diğeri arkada kalmıştı, şimdi onu da öndekinin yanına çekmek gerekiyor. doğru karar doğru karar diye kıçımızı yırtıyoruz ama olan kıça oluyor işte, hiç bir zaman emin olamıyorsun bu mu doğru karar, emin olamayacağız da bir "sliding doors" güzelliği yapılıp diğer seçenek de gösterilmediği sürece. sürüyle film var bunun üzerine butterfly effect gibi, "onu öyle yapmasaydım, burda bu seçimi yapmasaydım" diye. demekki neymiş, çok da düşünmenin bir manası yokmuş. ama insan engel de olamıyor kendine yine de bir hindi gibi düşünüp duruyorsun içten gelen gulu gulu sesleriyle.

sonra bana diyorlar ki amma sivilce çıkmış yüzünde, yok efendim ne kadar da mutsuz görünüyorsun. kafamın içi olmuş kazan. okadar çok düşünce doluştu ki neyi düşüneceğimi şaşırdım. zaten hepsi bu yüzden oldu. beni yıldıran şeyleri bir kenara ayırdım, ne demiş amerikan ataları "one thing at a time", hah tamam. ilk karar verilmesi gereken neydi, onu buldum, kararı verdim, şimdi uygulayacağım sonra diğerlerine geçeceğim. amma zor oldu yahu!

10 Eylül 2009 Perşembe

the car song..

I sit back with this pack of zigzags
And this bag of this weed
It gives me the shit needed to be
The most meanest emcee on this - on this earth
Cause since birth I've been cursed with this curse to just cursed
And just blurt this bezerk and bizarre shit that works
And it sells and it helps in its self
To relieve all this tension dispensing me
Sentence is getting it, stress has been eating me recently
All through this chest and I rest to get peacefully
But at least have the decency in you to leave me alone
When you freaks see me out in the streets when I'm eating or feedin' my daughter
To not come and speak to me
I don't know you and no I don't owe you a motherfuckin thing
I'm not Mr. NSYNC and I'm not what your friends think
I'm not Mr. Friendly
I can be a prick, if you tip me my tank is on empty
No patience is in me and if you offend me I'm lifting you ten feet
In the air, I don't care who was there and who saw me just jaw you
Go call you a lawyer file you a lawsuit
I'll smile in the courtroom and buy you a wardrobe
I'm tired of arguing - I don't mean to mean but it's all I can be
It's just me

And I am
Whatever you say I am
If I wasn't, then why would I say I am?
In the papers, the news, everyday I am
Radio won't even play my jam

Cause I am
Whatever you say I am
If I wasn't, then why would I say I am?
In the papers, the news, everyday I am
I don't know it's just the way I am

Sometimes I just feel like my father, I hate to be bothered
With all of this nonsense it's constant
And "oh it's just lyrical content!"
The song "Guilty Conscience" has gotten such rotten responses
And all of this controversy circles me
And it seems like the media immediately points a finger at me
So I point one back at 'em
But not the index or the pinky or the ring or the thumb
It's the one you put up when you don't give a fuck
When you won't just put up with the bullshit they pull
Cause they full of shit too
When a dude's gettin bullied and shoots up your school
And they blame it on Marilyn - and the heroin
Where were the parents at?
And look at where it's at middle America
Now it's a tragedy
Now it's so sad to see
An upper class city having this happening
Then attack Eminem cause I rap this way
But I'm glad cause they feed me the fuel
That I need for the fire to burn and it's burnin' and I have returned

And I am
Whatever you say I am
If I wasn't, then why would I say I am?
In the papers, the news, everyday I am
Radio won't even play my jam

Cause I am
Whatever you say I am
If I wasn't, then why would I say I am?
In the papers, the news, everyday I am
I don't know it's just the way I am

I'm so sick and tired of being admired
That I wish that I would just die or get fired
And drop from my label and stop with the fables
I'm not gonna be able to top what my name is
And pigeon holdin' to some poppy sensations
They cop me rotation at Rock 'N' Roll stations
And I just do not have the patience
To deal with this cocky Caucasians
Who think I'm some wigga who just tries to be black
Cause I talk with an accent and grab on my balls
So they always keep asking the same fucking questions
What school did I go to?
What hood I grew up in?
The why? The who, what?
When and where and the how?
Till I'm grabbing my hair and I'm tearing it out
You've been driving me crazy, I can't take it
I'm racing, I'm pacing, I stand and I sit
And I'm thankful for every fan that I get
But I can't take a shit in the bathroom
Without someone standing by it
No I won't sign your autograph
You can call me an asshole
I'm glad cause

And I am
Whatever you say I am
If I wasn't, then why would I say I am?
In the papers, the news, everyday I am
Radio won't even play my jam

Cause I am
Whatever you say I am
If I wasn't, then why would I say I am?
In the papers, the news, everyday I am
I don't know it's just the way I am

3 Eylül 2009 Perşembe

eylül başı

bir parkta oturuyorduk..
ankara'nın zengin semti çankaya'da, cepte yokken beş kuruş para, parklar paklar yazın bittiğini kabullenemeyen gönülleri ve alınır birer ince mont üste, bir battaniye akşamdan sulanmış nemi üzerinde çimenlerin üstüne sermeye. açmışız tavlayı önümüze ama iki leyla (mecnunlar çoktan dökülmüş sulara, yaz bitmeden evvel inek içmiş o suları, dağa kaçmış, yanmış bitmiş kül olmuş aşkın alevinden maşuklar, sonbahara kala kala gene iki leyla kalmış) ne tavladan haberimiz var, ne zardan.. pul pul olmuş tenlerimiz yazın ardından. biraz nem lazım belli, denizin kokusu kalmış üzerimizde, tuzu çoktan akmış gitmiş ankaranın yeraltı tünellerine..gülüyoruz ya, neye güldüğümüzün bir önemi olmaksızın, yüreklerimize çökmeye başlamış olan "sonbahar geliyor" ağırlığının ayırdına varmamak için bu vara yoğa (daha ziyade yok olanlara) gülme telaşı. bir telaş var sahi üzerimizde, yaz gelirken yaşadığımızdan başka, ozamanki telaşın içerisinde barındırdığı, o kafayı inlerimizden çıkarıp "sokaklar şöyleymiş" deme merakı. şimdi ise telaş, bir "yakalama" telaşı.. yaz bitiyor, son günlerini kaçırmamalıyız, bir daha nereden buluruz sırtımızı ısıtacak, kemiklerimize dolacak güneşi, kendimizi atalım parka ve son demlerinden demlenelim bakalım inceden diyerek..
o gün işte, o battaniyenin üzerinde dedim ki "yaz bitti" galiba.. ayağa kalktığımızda, bir iki adım atmıştım ki daha, daldan bir yaprak koptu, yavaş, salına salına geldi düştü ayakkabımın burnuna. tamam dedim, yaz bitti..
beraberinde götürdüklerine üzülüp, diğer mevsimlerin getirecekleri ile pek de ilgilenmeden, üzülerek baktık birbirimize.
şimdi mevsimler geçsin diye bekleme zamanı..
aklıma bir şeyler geliyor yazayım diyorum, işe geldiğim zaman kayboluyorlar, eve gidince bilgisayar başına oturmak istemiyorum. böylece hiç bir şey yazamıyorum. bari aklıma da gelmeseler, ozaman daha iyi olucak çünkü böyle içimde kalmış gibi hissediyorum ama içimde ne kaldığını tespit edemiyorum.
tatsız.
içimde bir şey varsa bilmek isterim. dış ölçüleri nedir, iç hacmi ne kadardır filan..
bir lafı unutunca "demekki yalanmış" diyen insanlar vardı, demekki benim içimden geçenler de yalan. içimden geçemeden kaybolanlar diyelim..

28 Ağustos 2009 Cuma

ne idüğü belirsiz bir depresyondur bu


iş yaşantısının tuhaf, anestezik bir etkisi var insan yaşamında.
zaman kavramını yitirip, kendini dişliye kaptırıp, çalışıyosun da çalışıyosun..
hafta bitmiş, Cuma olmuş, düşünüyorum, bu hafta ne yaptım diye, cevap belli : çalıştım.
B. döndü ve sadece bir kere gördüm, bi kaç saat.. bir ayakkabı alışverişi (en sevdiğimiz) yapıldı hepsi bu. geri kalan zamanda çalıştım.

şirket çalışanlarımız hocanın çağrısına kulak verdi, "cuma'ya gittim, gelcem" yapıyorlar. ben cumartesi'ye gidip gelmicem yapmak istiyorum. annem görünce "günaha giriyosun" dicek (klasik).

bu ramazan annem yazıcı seçilmiş, günahlarımı o yazıyor :))

g. blogunda bi zamanlar var olan bir en yakın arkadaş mefhumundan söz etmiş. oldukça yabancı. okurken hatırladım ve gülümsedim yine de, fındık döküp toplayarak can sıkıntısı geçirmeye çabaladığımız, beraber sıkılmanın dibine vurduğumuz, annesinin evinde yan yana koltuklarda hayattan bezmiş olarak uzandığımız o gün, dün gibi aklımda. hakkaten ne çok sıkılmıştık..tüm tatsız şeylerden sonra hafızanın bize gülümseyerek hatırlanacak olanları getirmesi güzel, gülümseyerek hatırlanacak bir sürü saçmalığa sahip olmak da. yine de, dediği gibi, bazen dönmeyiz. yerine eklenen muadiller ise bir şekilde hep eksik kalıyor. bunun sebebi verecek şeylerin azalması değil, verecek yanların ağrıması herhalde. bir de tabi verecek zamanın da azalması, kendine kalan zamanları kendine ayırmak istemek..

bana bir içi geçmişlik musallat olduğunu bir sürü insandan duyuyorum. kimi sakinleştiğimi, kimi çok değiştiğimi, kimi de canlılığımın kaybolduğunu, annemse çok yorgun olduğumu söylüyor. aslında cevap hiçbiri. sakinleşmedim, içim geçmedi, canlılığım aynen içimde duruyor. sadece o kabuğunu yırtmaya çalışan kimlikten sıkıldım. elimdeki imkanlar ile benden alınabilecek neşe miktarı bu kadar. yoksa geçen sene kemer tatili esnasında göstermiş olduğum performans gösterdi ki aklımı kaybetme hızım ortamımın neşesi ile doğru orantılı. bir de tabi f.'in gidişi %50 tatsızlaştırdı beni..şimdilik elimizde bu var, beğenen alır, beğenmeyen de götümü yesin :)

eskiden sahip olmadığım ama istediğim bir şeyler hep vardı. hiç bişi olmasa bile nası mümkün olacağını bilemediğim bir eğlence arayışı vardı, daha doğrusu nasıl olduğu fark etmeyen bir eğlence diyelim, yeterki eğlenilsin. şimdi daha ziyade, hiçbişey yapmayacak bile olsam, yatağıma yatmak istiyorum. olası eğlence ihtimalleri daha fikren beni yorarken fiziken zaten imkansız hale geliveriyor..
kış depresyonu dicem, kış gelmedi,
yaz depresyonu dicem, yaz başlayalı 3 ay oldu..
"ne idüğü belirsiz bir depresyondur bu" diyerek uınidentified not flying object ruh halimi tanımlamak istiyorum.
bir sürü şeyin değişmesi lazım bunun değişmesi için, bir sürü..

neyse, eylül 18 ile 27 arasında beni bekleyen bir tatil programı var ki, belki de kendime gelirim.
belki de kendimden bi giderim, bi daha da gelmem, ki daha ziyade bunu dilerim.
şimdilik bu kadar, işime geri dönüp itiraz yazmalıyım.

hoşçakalayım.

25 Ağustos 2009 Salı

yaza benzemez..


şimdi ben bu mevsime "en yaza benzemez yaz ödülü" veriyorum.
"en boktan yaz" ödülü de olabilir 2009 yazı..
tatille değil çalışarak geçen, bir türlü yeterince ısınmayan,
hiç "öf sıcaktan çok bunaldım" dedirtmeyen,
marmaris'e bu kadar az gidilen,
denize bu kadar az girilen,
eğlencesi bu kadar az olan,
az içilen,
hiç kusulmayan,
özetle işte bi boka da benzemez bi yaz oldu.


KÜRESEL ISINMAK İSTİYORUM.
BEN ÖLENE KADAR DA SOĞUMASIN..

BEN SONRASI TUFAN BİLİYOSUNUZ ;)

11 Ağustos 2009 Salı

gene aynı kalbe, gene ben, gene yol..

düşünüyorum,
yol verilmesi gereken kalp mi
yoksa akıl mı?

ki bende var olan akıl,
- diğerlerinin aradığından farklı olarak -
ya eksik ya fazla,
ama olması gereken kadar değil
bu kesin

ki tartışmayacağım eksiğini fazlasını,
dert de bu değil çünkü..

netice de durum şu
kalp bişey diyor,
kendi bildiğini okuyor,
akıl sanki başkalarından alınmış olanlar ile var olmuş gibi
kurallar, ahlak, etik, gelecek korkusu,
endişeler ile örülmüş bir bilgi verici
başka bir yol gösteriyor..
ben kalbe bi yol verebilsem diyorum,
çünkü sanki beni huzursuz eden o gibi görünüyor
ama kadının teki çıkıyor
"yüreğinin götürdüğü yere git" diyor,
gidenler de memnun kalmış olucak ki
kadının kitabı hayvanlar gibi satıyor
ve kadın zengin olup
istediği yere gidiyor :)

peki ben ne yapıyorum?
kendi aklıma tam güvenemediğimden,
tam değil hiç güvenemediğimden,
başkalarının aklının benim aklıma empoze etmiş olduğu
bi takım bilgiler doğrultusunda
kendime bi yol belirliyorum
sonuç şuna çıkıyor;
ne kalbimi ne aklımı dinliyorum
ne mutluyum ne mutlu ediyorum..

bi yerde bi tuhaflık var di mi?
ama bu dünya da benim istediğim gibi dönmüyor.

diyorum ki;

karavanı alırım,
atlas dergisinin hediye etmiş olduğu
tatil rehberim ile birlikte
çanakkale'den başlarım..
gökçeada, bozcaada, asos..
ayvalık mayvalık derken aşağı doğru kayarım..
bulduğum campingde canım sıkılana kadar kalırım,
marmarise kadar inerim geze geze,
eh marmarise gelince elbet biraz duraklarım..

bodrum nightz sucks ama olsun,
oraya da bi uğrarım..
ve devam..

"akdeniz akşamları bir başka oluyor"
şarkıdan herkes nefret ediyor
ama görünen o ki hala unutulmuyor..

şimdi bu planı benim aklım mı yapıyor
kalbim mi yapıyor
yoksa 2si de değil, buna hayal dünyasında yaşamak mı deniyor?
ne fark eder ki.. canım bunu istiyor..

şimdi belkide "bunu kim istemez" diyenler de çıkar,
oysa yüzlerce var istemeyecek,
onun yerine işe gelecek, çalışacak, para biriktirecek,
kendine bir gelecek kuracak..
ben de büyüdüm ama kurulacak olan gelecek neden sanki benim değilmiş gibi geliyor?

uyuz oluyorum çünkü,
yarına yatırım yapmaya..
varlığı meçhul bir yarın için,
bugünün içine sıçmaya..

işte akılsız başım, azıcık aşım,
diyorum ki hüseyin abi'ye
ulan işe girmeden önce
daha mı az borcum vardı ne :))

neyse bu hayat böyle geçmez elbette,
en azından kalbimin içerisinde
maillerde gezen dimes meyva suyunun içerisinden çıkan
küf canavarı gibi bişey var
kendiliğinden üreyen
ve beni dürtüyor,
facebook poke'larının aksine
bu dürtülüş beni rahatsız etmiyor
bilakis mutlu oluyorum
alışmadıkça
alışamadıkça
hala bir şansım var diyorum..
hala aklım firarda madem,
elbet bir yolunu da bulurum,
bir gün
kalbimi aklıma
aklımı kalbime uydururum
ve derim ki
en azından ben kendi yolumu buldum..
misafir olarak geldim bu dünyaya evet ama
bulduğumu yemedim
umduğumu aradım..

7 Ağustos 2009 Cuma

yaz döneminde iş yaşantısına maruz kalan s.'nin dramı

bu hafta çok zor bitti.

aslında şöyle demem lazım, her gün ayrı ayrı çok zor bitti ancak totalde hafta sanki gene de çok hızlı geçti. (ne demek istediğimden emin değilim.)
neyse, esas önemli olan bitmiş olması.
bu kadar sıkıntı nedendi onu da anlayabilmiş değilim, 5 kişinin tatilde ve hepsinin işini benim yapıyor olmamın yanı sıra, bir de kendime her zamanki "ben neden bu işi yapıyorum, ben burda ne arıyorum, benim hayatım böyle mi geçecek, hayat mı ulan bu, amına koim böle kaderin" ve benzeri dırdırları ekleyince her gece "vur kadehi ustam bu gecede sarhoşuz" ve akabinde "sabahlar uzak bu sevda tuzak bana" ondan sonra da "alkazetser ya da aspirin c var mı?" ya ulaştım.

kendi teranemden sıkıldım, bu hamamdan da tasından da bıktım.

bi de değiş be kızım.
yok ama olmuyor.
her sene aynı;
"yaz döneminde iş yaşantısına maruz kalan s.'nin dramı" tadındayım..
üstelik tatile gitmek bana yaramıyor aksine burda alışmış olduğum bu domalık düzene her geri dönüşte iyice isyan ettiriyor. en güzeli bana hiç izin mizin vermicekler, tatile de gidemicem, vurucan kırbacı vurucan kırbacı bi nevi..

ama kendimi de çok haksız bulamıyorum. bu mu lan hayat?
emekli olmak istememe karşılık bana söylenen senin ruhun 60 yaşında lafına şiddetle karşı çıkıyorum. bırakın gezeyim misal 50 yaşıma kadar, 50den sonra da 20 sene çalışıp ödeyeyim. gençlik iş yerinde yaşlılık tatilde geçiyor.. saçmalık!

"ben bu dünyanın devri devranını" ozaman!

yalan söyle..

ne demiş?

"%5 civarı bir kısmınız hariç hiçbiriniz evrensel ölçülerde güzel değilsiniz. Rus ırkı diye bir ırk var bu dünyada. %30 cıvarı bir kısmınız dışında hiçbiriniz kültürlü, akıllı falan da değilsiniz. Hem güzel hem akıllı olan %1’lik kısmınız dışında hiçbiriniz istediğiniz her erkeği elde edemezsiniz. Neredeyse hepiniz bir hayal dünyasında yaşayan kontrol manyağı insanlarsınız. Senaryosunu sizin yazdığınız bir filmde oynuyor gibisiniz. Film senaryo dışına çıktığında nevrotikleşiyorsunuz. Film de genelde senaryo dışına çıkıyor. O nedenle mutsuzsunuz. Sizi mutsuz eden adamları esasen sizler yaratıyorsunuz. Dürüst adama kesinlikle katlanamıyor, çok sıkıcı buluyorsunuz. Bu da çok normal çünkü gerçek çoğu zaman sıkıcı zaten. Normal olmayan, katlanamadığınız halde dürüst adam talep etmeniz."

ne demiştim?

"bana öyle bir yalan söyle ki, ömrümce sürsün doğruluğu"

yani ne demek?

sığ yalanlar, başarısız yalancılar, doğrucu davutlar, hayalgücünden nasibini almamışlar yerine,

ne aradığımız belli değil mi?

değil mi gerçekten?

6 Ağustos 2009 Perşembe

bok


şirketin önünde sigara içerken üzerime yaklaşık yarım kiloluk bir bok düştü. sanırım güvercin falan değil şahin ya da kartal türevi bir kuştu sıçan.

şimdi şanslı olduğuma mı inanmam gerekiyor?
kafasına kuş sıçtıktan sonra milli piyangodan trilyoner olan bir örnek var mı yoksa bunca alan içerisinde gelip de seni denk getiren kuştan sonra hayata tamamen küsmemek için bir tutunamayan yöntemimidir koşup bilet almak?

hay mınakko..

30 Temmuz 2009 Perşembe

hayatımın en önemli "k"sına..

haksızlıklara bir anlam yükleyebilmek istiyoruz. ellerimizden akıp giden zamanlara, insanlara, hayallere, planlara, arzulara yetişebilmek, elimizden kaçırmadan tutabilmek istiyoruz. ama su gibi gidiyor hepsi avuç içimizden. ellerimizi göğe kaldırıp boş avuçlarımızla "neden?" diyoruz. neden ben, neden bana, neden şimdi, neden hala yaşıyoruz bunları bilmeden, adına tecrübe diyerek tüm yenmiş kazıkların toplamına, büyüdük diyoruz. böyle böyle öğreniyoruz, böyle böyle büyüyoruz işte. çocuk kalmak isteyen yanlarımız ölürken birbir, yasını tek başımıza tutuyoruz kendi çocukluğumuzun. en güzel hatıraların sonlarını unutup, başları ile avunmak istiyoruz. "hayat çok ibne" diyorum sana içimi derin derin çekip, sana yapılan, bana yapılan, senden giden, benden giden, toplayıp çıkarıyoruz, kafalarımızı birbirine çarpıp hayat çok ibne sonucuna varıyoruz, biz de bununla büyüyoruz..
şimdi keşke elimde bir güç olsa, acının birazını alabilsem senden, gözünden akan yaşları silmekten başka bir şey gelse elimden, zamanı geri çevirebilsem, sana üzülme diyebilsem, üzülme demenin bir faydası olsa, geçse zaman, silinse tüm bunlar hafızandan..
tüm bunların olmayacağını sende biliyorsun, bende biliyorum. beklemekten başka bir şey gelmiyor şimdi elimizden, sen acının geçmesini bekliyorsun, ben yasını tutmanı izliyorum. bütün iyi niyetlerini yargılayıp yargılayıp yeni baştan, asmanı izliyorum.
mutlu günlerimizi özlüyorum, geri istiyorum o umursamaz mutluluğu, seni geri istiyorum. gülen yüzünü, parlayan gözlerini, umursamaz huzurunu geri istiyorum ve elimden beklemekten başka bir şey gelmiyor.
bir ölünün mezarı başında "neden" diye ağlamak ne kadar boş ve bir okadar anlamlı ise, aynı yollardan geçmeni bekliyorum, bir kere daha, yara bere içinde, iyileşme umudu ile..
seni çok seviyorum k., çok seviyorum..

24 Temmuz 2009 Cuma

ölümlü dünyada bağımsız sap olma fikri..


başlangıç notu: SBB bu yazıyı okuma.

şimdi devam edebilirim gönül rahatlığı ile.

bu salak sayfayı, artık defter tutmaktan / biriktirmekten / taşımaktan yıldığım bir zamanda yazmaya başladım. lakin daha sonra günlükten farklı olarak başka insanların okuyup sıkılması ya da iç karartıcı şeyler yazıyor olmam ya da mesela artık fiko konusunu kapatmam gerektiği gibi tepkiler almaya başladım. ve bu tepkiler daha da canımı sıktı. bende bir takım insanların bloglarını takip ediyorum, düzenli okuduklarım, göz gezdirdiklerim, ne zaman yazıcak acaba diye beklediklerim var. ama kimseye "şu yazı tarzını da bi değiştir okumaktan çok sıkıldım" demiyorum. sıkıldıysam çıkartıyorum takip listesinden bitiyor. kendini okumak zorunda mı hissediyor insanlar anlamıyorum ki.. ayrıca bu kadar öznel şeylerden, tamamen benim hayatım, benim sıkıntılarım, benim ilgilendiklerimden, başkalarının ilgilenip ilgilenmeyeceğini hiç düşünmeden yazdığım bu blogdan insanlar nasıl bir keyif alır da takip edip okur onu da anlamıyorum. merak herhalde.. bbg'msi bi merak.

her neyse, artık esas yazmak istediğim mevzuya geçebilirim.

dün bir cenazeye katılmam gerekti.
"katıldım" diyemiyorum, bir gereklilik çünkü içerisinde barındırdığı esas etken.
ancak kendi cenazem için "katıldım" diyebileceğim sanırım bu yüzden.
ölen, eski ve sevilen bir dostun babasıydı.
babamın en yakın arkadaşlarından biri.
lüzumsuz bir hikayenin kahramanı olmuştu, bir takım "ecel çağırmış" efsaneleri ve bir takım tuhaf tesadüfler silsilesi sonucunda, musalla taşı üzerinde tahtadan bir tabutun içerisindeydi.
onunla beraber aynı yerde duran daha pek çok tabut vardı. bu diğer insanların acısını hafifletiyor mu, "tek ölen bizimki değil, başkaları da ölüyor bu dünyada" hissi veriyor mu bilmiyorum, ama ben hepsine birden bakarken aynı şeyi düşünüyordum; "ölüm var bu dünyada". zaten sanki tüm bu ritüelde bize bunu hatırlatmak üzere düzenleniyor gibi. hep beraber orda olmak, tüm süreci izlemek, herkesin beraberce ağlaması, ağlamayanların ağlayanlardan örnek alması filan..

"her canlı bir gün ölümü tadacaktır" tabelasının bende yarattığı his gibi, ölümle bunca burun buruna yaşarken ve onun varlığından her daim haberdarken yine de her ölümün bizi bu kadar hazırlıksız yakalıyor olması tuhaf değil mi?

uzun uzun izledim avluda toplanan büyük kalabalığı. bir sürü yüz, bir sürü ağlayan insan. herkes ölene mi ağlıyor yoksa kendi ölülerine mi diye düşündüm. geçmişte yaşadıkların, gömdüklerin, sevdiklerin, kaybettiklerin, şimdi gerçekten bu adam için ağlayanların acısını anlamak, aynı koru kendi yüreğinde yeniden hissetmek..

dün anladım, ben nerde bir cenaze görsem, yeniden seni gömüyorum.
bir daha ağlıyorum olmayışın için.
sen geliyorsun gözümün önüne, aynı tahta tabutun içerisinden çıkarılıp, çok daha güzel bir toprağın içerisine bırakılırken.
ve tekrar aylardan kasım oluyor, benim içim kavruluyor..
yine de içimi bir avuntu kapladı en sonunda, karşıyaka mezarlığına şöyle bir baktım, sonra senin yattığın yer geldi gözümün önüne. bu kavruk, ağaçsız, çirkin mezarlık yerine, senin ufak cennetini düşününce, "hiç olmazsa.." dedim kendi kendime.
belki de hiç bir önemi yok bunların, kalanlara bir ufak avuntu ama, bu bile bişey işte, avutuyorsun kendini "en azından" diye.. en azından ayak ucunda bir zeytin ağacı, başucunda bir çam var, etrafını kuşlar sarmış, gölgesinde yatıyor diye. "keyfi yerindedir" diye bile düşünüyor insan, keyfim yerinde olurdu herhalde diye bile düşünüyor..

akşam s.'nin yanındaydım, henüz neye uğradığını şaşırmış bir halde, anlamaz anlamaz dolanıyor, prosedürlerin peşinden koşuyor, geleni gideni öpüyordu. sakindi, olması gerektiğinden çok fazla sakindi hemde. bunun böyle gitmeyeceğini bilerek, bu kalabalık ve idraksızlık geçince beni aramasını söyledim. şimdi bana ihtiyacı olmadığını anladım, şu anda ihtiyacı olan tek şey idrak etmek çünkü. artık onun olmadığı gerçeğini anlamak, kabul etmek.."zaman"dı lazım olan şey, benim verebileceğimden fazlaydı. onu öyle bırakmak istemedim yine de, ama yalnız değil miyiz hepimiz, yaşarken de ölürken de?

mutluluk da, acı da, aşk da paylaşılabilen duygular değil bence.
yani paylaşılıyorsa bile çok tek taraflı bir paylaşım.
paylaşan ile paylaşılan arasında tam bir paylaşım olmadığını söylemek doğru olur.
"eşlik etmek" aslında yapılan şeyin adı.
birisi mutlu olurken, acı çekerken ya da aşıkken ona eşlik etmek.
aynı şekilde, aynı yoğunlukta hissetmek ise mümkün değil elbette.
iki kişi birbirine aşıkken bile aşkın paylaşıldığına inanmıyorum.
herkes kendi aşkını yaşıyor, kendine göre.
sonra hesabını neden karşısındakinden soruyor benim esas anlamadığım kısmı ise bu :)
yani aşık olurken bana sormadın, yaşarken de bana sormadın o aşkı, sonra hepsinden mesul neden ben olayım ki?
geçenlerde birine dediğim gibi "aşık, aşkının hesabını maşuktan soramaz".
sormamalı, sormasın!
herkes kendi duygusundan mesul olsun,
onu korumak için ne yapması gerektiğini de kendisi bulsun.
karşındakinden aynı yoğunlukta seni sevmesini beklemek,
sevmediğinde asabiyet yapıp isyan etmek,
yanlış hareketler hep.
dediğim gibi öznel bir durum sevmek, aşık olmak filan.
o öznel durumun sonucunda çıkan "karşılık beklemek" durumu ise hem çok "insanca" elbette, hem de çok bencil.

her neyse,
kafamdan bin tane şey geçti iki tanesini yakalayabilmişim onlar da böyle.
şimdi 4:30 saat sonra buluşacağım haftasonunu ip ile çekmeye devam edeyim.

bay dı vey, avrupa yakasının sezon finalinde şahika volkana "bir baltaya sap olasın diye söyledim" dedi, volkan da "ben iyiyim böyle" dedi "bağımsız bir sap olarak".
çok beğendim :)
bizde yıllarca g. ile sap olucak balta arayışında kalmıştık ama "şu ölümlü dünyada bağımsız sap olma" fikrinin hoşluğu aklıma gelmemişti...