3 Aralık 2010 Cuma

sen çoktan gitmişsin

İçki kötülüklerin anasıysa, rakı da içkilerin anasıdır.

Ama rakı bitti.

Hangi akla hizmet 35'lik almışız bunu bilmiyorum. S. burdayken "fazla içemesin" diye olmuş sanırım, yoksa ben ne biranın 33'lüğünü söylerim, ne rakının 35'liğini alırım, adetim değildir.

Bardakta içki bırakmam, - salak olduğumdan- kusacağımı bilsem bardakta kalan son yudumu dikerek kalkarım masadan, kıyamam..

Doyana kadar içerim, genelde doyduğumu anlamam, balık gibi olurum bir süre sonra, Orhan Veli'ye selam gönderirim..

Pek çok insanın aksine, sonuç ne olursa olsun sarhoş olmayı severim, sarhoşken yaptığım rezillikler sebebiyle kendimi çok zaman affederim, sarhoşluğuma veririm, sarhoşluğuma verebilmek için belki de, bu kadar çok içerim..

Yapılanları gülerek anlatabilen ve anlayabilen insanları severim.
"Sarhoşun mektubu okunmaz" sözünü yaşantıma sokan Marmaris ahvaline selam ederim..

Yine de elbette eğer fırsatım varsa, özellikle de rakıyı konuştuğunu sevdiğim, konuştuğumu anlayabilen homo-sapiens ile içmeyi tercih ederim.





"Yalnız içen yalnız ölür" sözü de Marmaris günlerinden yerleşti belleğime. Bu akşam kendime rakı sofrası kurarken bi huzursuz oldum. Sanki yalnız değildim de rakı sofrasını kurunca yalnız kalmış gibi oldum. Ulan yalnız mı ölücem yani ben diye sordum. Bana bunu diyenleri ve demeyenleri düşündüm.. Hepimiz, hepimiz yalnız öleceğiz ve bizden önce yalnız içen/içmeyen herkes yalnız öldü değil mi?

Eşşekler gibi çalışıyorum. Teşbih ruhun gıdasıdır ancak abartmıyorum. Yine kitlendim. Başka hiçbir şey yapmadan çalışıyorum. Bir takım mecburi sorumluluklar dışında tüm sosyal aktiviteleri sonlandırdım, çalışıyorum. Üstelik en ufak bir kariyer hedefim, hırsım, beklentim de yok. Örgü örmek gibi çalışıyorum. Sadece çalışıyorum. Düşünmeden, yaşamadan, vakit bırakmadan çalışıyorum. Son günlerin uyku sürelerine bakıyorum (iphone benim için hesaplıyor sağolsun) ve şu şekilde bi sonuç çıkıyor: 5 saat, 4 saat, 4.5 saat, 5.5 saat, 2 saat 13 dakika, 3.5 saat.. Yorgun değilim.. Manik atak geçirmek için yanlış mevsimdeyim. Bu benim çok uyuyup az yaşadığım daha ziyade hibernasyon ile süregeldiğim zaman. Bir terslik var, adı S. biliyorum, bunu atlatıyorum, temizleniyorum şimdi. Bekliyorum.

Her zaman olduğu gibi işe yarıyor bu süreç. Parlıyorum. Dikkat çekiyorum, seviliyorum, sivriliyorum. Engellenemez bir yükselişim var ve bunun sikimde olmayışı ile daha da çekilmez hale geliyorum. Bunu sadece kendim için yaptığımı, bu kadar seyahat ve işe dayanıyor olmamın tek sebebinin aşk acısı çekmemek istemem olduğunu bir tek ben biliyorum. Ben de böyle atlatıyorum.

Ara ara gelen "içki içmezsem hemen kendimi vururum" hissi haricinde hiç çaktırmadan yeni kimliğime ayak uyduruyorum. Neyseki uzun zamandır çalışıyor olmamın etkisi ile iş arkadaşı denen şeyin "as fake as a wedding cake" olduğunu bilecek kadar tecrübeme dayanıyorum ve iş yerinden kimse ile içmeye gitmiyorum. Daha önce bunu denedik, artık bunu yemiyorum..

Bunun sonucunda ise, eve geliyorum, iki dilim peynir kesiyorum ve rakıyı dolduruyorum.. Yalnız içen yalnız ölür diyenlere selam ediyorum.
Öldük, şerefimize içiyorum..

Öldük, Kasım 12'ydi, dolunay vardı, garip bir geceydi, hatırlıyorum. Paşa ile yokuştan aşağı yürüyorum, "çok içme söz ver" diyorum. "Söz" diyor, inanıyorum. Yalnız içmeyen de yalnız ölür,artık biliyorum. Üzerinden 2 sene geçmiş, "dün gibi" sözünün, söz olduğunda sahte, gerçek olduğunda ne kadar yakıcı olduğunu yanarak öğrenmiş biri olarak konuşuyorum. Yandım, pişemeden sevgili dostum, pişecek zaman bulamadan yandık, hamdık yandık, arayı yaşayamadık, "ara"lar bize göre değildi nitekim, ancak hala trasedilerin en yüksek ve en alçaklarında senin için vuruyorum..

Tam da 12 Kasım gecesi, hiç de 12 Kasım olduğunun farkına varamadan, arabada bir takım ıp tıs ıp tıs'lar eşliğinde yokuş yukarı çıkarken "ahhhhhh" dediğim anda, sana sevgilerimi yolluyorum. Seni çok özledim diyorum yine, beni duyduğundan emin olarak, bunu ne zamandır söylemediğimi düşünüp biraz suçluluk biraz kırgınlık duyarak.. Seni çok özlüyorum.

Yalnız içiyorum.
Bekliyorum.
Ne gelen var ne giden.. Sen çoktan gitmişsin zaten..

21 Kasım 2010 Pazar

insanity

aşkın belki de en sevdiğim hali bu olduğundan burada tıkılıp kalacağım. kendime bir kere daha bunu yapacağım. böyle kanayacağım. 

ikimizde hasta ruhlu insanlar olduğumuzdan biraraya geldik zaten. yalnız ben görüntüyü kurtardığımdan kimse anlayamadı ne buldum sende, nasıl anlaştın benimle..

kesikler içinde birbirimize sarıldığımızı (senin dışında, benim içimde milyonlarca milyonlarca milyonlarca), tam anlamıyla bir kan kardeşliği kurduğumuzu, yara kardeşi, kabuk kardeşi, acı kardeşi olduğumuzu kimse anlayamadı.

neye aşk dediğimi, neye aşık olabildiğimi anlatmak nasıl mümkün olabilirdi ki? 

senin ve benim üzerimden akan (benden akanların çoğu senindi) kanların içerisinde birbirimizi soyup yıkadığımız o geceyi hayatım boyunca unutamayacağım elbette.. benim kırdığım camlar ve senin kırdığın kapılar.. 

ambulans, polis, itfaiye.. 

utanmadık. 

yerde saçlarım ve eşyalarım.. 
bir litre kolonyanın evi sarmış kokusu.. 
delilik bunlar.. 
tüm bunlar delilik.. 
çığlık çığlığa ağlayışımın arasına karışan yalvarışların.. 
yeter artık.. 
yetmez.. 
yetmez çünkü buraya kadar gelmeden önce yeteceğini düşünmeli insan.. 
buraya kadar geldikten sonra ise ancak itfaiye söndürebilir beni..
kim daha deli? 
kim daha kesik? 
kim daha çok acır, kaçar, bağırır, 
kim daha çok acıtır, kovalar, ağlar söyle.. 
seni deli zannetmeleri çok acıklı. 
kim daha çok aşık olabilir? 
buna kim aşk diyebilir?
hastalık bu.

kanlar içerisinde birbirimize sarıldığımızı gören insanlar bizden tiksindiler. birbirimize böyle küfürler ettiğimizi, ağza alınmayacak hakaretler ile tüm mahalleyi inlettiğimizi duyanlar şaşırdılar. kimse kimseden bu kadar nefret edemezdi onlara göre.

başkalarını tiksindirecek kadar çok sevebilmiş olduğumuz için gizli bir haz duyduğumu itiraf etmeliyim.

kimse kimseye bunları yaptıktan sonra, evet saatler sonra, gün ağarırken ancak karakoldan çıkıp, sokak ortasında tekrar kavga etmeye başlayıp ancak kavga etmekten tamamen tükendikten sonra eve elele gidemezdi. 
belki de kontrolsüz kalmayı başabilse herkes giderdi.

hiç bir kuralın olmadığı bir şeydi yaşanan, bir tek kural vardı: yalnız uyunamazdı.
kavga büyük, sorun çözümsüz, nefret yakıcı olabilirdi ancak unutulmaması gereken tek gerçek tüm bunların adına aşk dediğimiz psikopatlığın gölgesinde gerçekleştiği ve adı aşk olduğu sürece yalnız yatılamayacağı idi.
ve sonra nasıl oluyorsa tüm cevapsız soruları unutturuyordu ten..

bir gece sen benden gerçekten artık ölesiye nefret ederek (elbette hatırlamadığım ve muhtemelen çok anlamsız bir nedenden) kanepede yattığında, diğer kanepeden sen uyurken elini tutmuştum.. elini tuttuğumu fark etmemiştin ama uyandığında elini elimde bulmuştun, sabah uyandığımda bende seni bana sarılmış uyurken..
bitmişti. 
çözülmüştü. 
sabah beni öpüyordun ve ben seni seviyordum. 
ten seni seviyordu. 
göz, dudak, el, saç seni seviyordu. 
hepsi seni istiyordu. 
kalp seni seviyordu. 
sen yokken içerisinde bir matkap var gibiydi ve buna dayanamıyordu.

sana demiştim ki, bir gün seni terk etmek beni öldürecek kadar acıtmayacak ve seni o zaman terk edeceğim.

ettim.

canım ölesiye acıyor sevgilim. ancak öldürmüyor. işte bu sebeple seni terk ettim.

hayatını zindan etmekten bıktığımdan, bu cehennemi hak edecek hiç bir şey yapmamış olduğumuza inanmak istediğimden (elbette hak ettik ancak buna inanmak istiyorum..) terk ettim. 

şimdi buna ne isim verirler bilmiyorum. ben hastalık diyorum. haddini(haddimizi) aşan bir tutkuyla, yanarak sana geldiğimi, senin yanında ise merhem bulmak yerine küle dönmek üzere olduğumu düşünüyorum. 
aklımın, ruhumun, bedenimin yandığını gerçekten hissettim. alevlerini hissettim. dayanılmaz bir hal aldım. 
hem aşktan hem acıdan yandım. 

dışarıdan bakıldığında nasıl görünebileceği konusunda hiç bir fikrim yok. belki de son derece sıradan. belki de caner'in kafasında viski bardağı kırması kadar bişey. ne diyeceğimi bilemedim. bişey işte. caner kadar, viski bardağı kadar, kafada kırmak kadar bişey. bana öyle gelmedi. acınası gelmedi. birileri sana acıyorum dediğinde içimde gizliden gizliye hem makdul hem de katil olmanın hazzı vardı. bir yanlışlık vardı, böyle olmamalıydı elbette, hayat mutlu olmak istemek üzerine kurulmalıydı ve o mutluluk hayallerinin dayatıldığı bir şekil vardı ve o şekil kareyse biz yuvarlaktık. uymuyorduk. öğretilen, beklenen, istenen hiç bir şeye uymuyorduk. ve ben pes ettim. sanırım söylenmesi gereken en doğru kelime bu. 

pes. 

pes etmem ise çok normal bir zamanımıza denk geldiğinden sende büyük şaşkınlık yarattı. artık büyük kavgalar bitip soğuk savaşlar başladığında, sessiz kavgalar başladığında, kavga etmemek için telefona çıkmadığında bitti. sensiz ölecek gibi hissetmediğimde, artık içim öyle yanmadığında bitti. ve böylece şimdi yeniden yanıyorum. bu kez özlem var.

bu manyaklığın nesini özlediğimi inan ben de bilmiyorum. sadece senin de beni özlediğini biliyorum. bu tuhaf şeyi (aşk koyduk ya adını) neden istediğimizi bilmiyorum. acı çekmeyi neden bu kadar sevdiğimizi ve bu acı çekme fiilini bu kadar tatmin edebilecek insanları nası denk getirdiğimizi bilmiyorum. elbette herhangi bir insan böyle canımı yakamaz, buna izin veremem. seni nasıl olup da bu kadar çok sevdiğimi bilmiyorum.

rüya gibiydi sözü genellikle güzel anılar için söylenir, bense o alevler içinde geceye baktığımda bir türlü kabus gibiydi diyemiyorum. yanında geçirdiğim zamana, göz yaşlarına ve kavgalara baktığımda içindeyken kabus demek çok kolay olmuştu şimdiyse diyemiyorum.
yazdıklarımı tekrar okuyunca kendime teşhis koyasım geliyor ve derhal vazgeçip en alta geri dönüyorum. bir gecede senin olduğun şehre iki kere gelecek kadar aşık olabildiğim için, yanımda sen olmadan nefes alamadığım günler için, ne yaşanmış olursa olsun bir minnet duyuyorum çünkü artık iyice anladım ki ben ancak bu şekilde yaşadığımdan emin olabiliyorum. evet "idare lambası" bana göre değil.

kendimize yarattığımız dil içerisinde aşk yerine, sevgili yerine, sevişmek yerine bulduğumuz tüm kelimeler ve diğer uydurduğumuz sözcükler ile kendi kendime konuşabiliyorum şimdi. seni çok özledim yerine bir şey bulmamış olmamıza ise şaşırıyorum. 

sanki sen ölmüşsün gibi, sanki ben ölmüşüm gibi, sanki bir daha hiç aşık olmayacakmışım ve bu bizim adımıza boktan, insanlık adına büyük bir adımmış gibi.
aşk da insanlar kadar ölümlü ve acı kadar geçici. 

bu sebeple, ben sinem, bekliyorum. bir manyak olduğumu kabul etmekte hiç bir sakınca görmüyorum ancak yaralarını öpmeyi özlüyorum. hepsi bu.

(bu hikayede anlatılanlar eksik, yalan yanlış, şiddet ve korku unsuru içeren, saf bir deliliğe ait gibi görünen, 13 yaş altı çocuğun sinirini oynatabilecek ve annemi üzebilecek cinsten olabilir. abartmayı severim herkes bilir ancak g. o inek gerçekti kanka, dün gibi möö'sü kulağımda)

17 Kasım 2010 Çarşamba

bir derdim var bin dermana değişmem

dağılırım. toplanırım.
ancak parçalar halinde yaşamaktan yorulmuş olabilirim.
bu beni içinden çıkmış olduğum bir takım hataların aslında doğru olduğu ve şimdiki zamanın bir hata olduğu yanılsamasına sürüklüyor.
sürüklenmiyorum aslında, sürünüyorum.
geçmişin şimdiki zamandan daha doğru gelmesi hiç iyi değil.
hiç hiç.
bunun sebebi geçmiş zamanın geçmişte kalması ve şimdiki zamanın canımı sıkması.
oysaki şimdiki zamanın sebebi, geçmiş zamanın geçmişte canımı sıkıyor olması idi.

döngüdeyim deva bulamam..

buaralar buna taktım "bir derdim var bin devaya değişmem". kendime devalardan deva beğenemediğimden derdime tutunuyorum hırsla. nitekim dertlerden dert beğenmek konusunda çok daha başarılıyım (aşikar)..

salonda iki valiz. bir kısmı bahar kıyafetleri bir kısmı yaz. yerde duruyor.
bu salon benim değil.
gardrobun üzerinde uluslararası ebatta bir valiz. yazlıklar.
gardrop benim değil.
3 kapılı gardrobun 2 kapısında semi-kışlık (literatüre yeni kattım hayrını görün) ve kışlıkların bir kısmı asılı, toplanmayı bekliyor.
gardrobun içinde bir valiz. çok kışlıklar. taşınacağım yerde hava çok sıcak olacağından benimle gelmeyecekler. benim olmayan gardropta gelebileceğim kış günlerini bekliyor.
oda benim değil.

bir şarkı sözü yazdım kardeşim ve abisi için. durum biraz karışık, kardeşimin abisi benim görümcem olur desem yeridir, öyle böyle değil bu akrabalık mevzuları, derhal geçiyorum. yalnız bu görümcem olan kardeşimin abisi ile ortak bir çocukluk paydamız var ki, paranteze alsak içi boş kalır, öyle ortak..o istedi şarkı sözünü, biri klasik gitar çalıyor, biri elektro gitar, bana da pianodan 3 nota verdiler, bas bas dur.. bari dedim bildiğim bir şeyler yapayım, o dedi madem öyle yazıver söz, ikimize ortak bir söz yazdım "a place to call home". ortak payda, ortak söz, ortak hasret aslında belki de.. a place to call home.

kaç aydır böyle? kaç yıl? kaç yaş..
eşyaların birazı bir yerde, birazı bir yerde, ben bi bu evde, bi öbür evde.. dön bak geriye, ömür geçmiş bu şekilde. bu cephede yeni bir şey yine yok velhasıl..

ancak artık sanırım toplanmak istiyorum. tamamımı bir araya getirmek.
bir senedir görmediğim kitaplarımı kolilerinden çıkartmak.
kendime ait bir eve yerleşmek. evet "kendine ait bir oda"dan fazlasında gözüm var ne yalan söyleyeyim. hiç olmazsa bir oda bir salon olsun, benim olsun..

topla beni çarpıcam yoksa.

6 Kasım 2010 Cumartesi

reset ya resulullah

Merhaba. Benim adım Sinem. Bekliyorum.
Önemli olan bu değil. Çünkü "beklemek" başladığında zaman çok yavaşlıyor ve bu yavaşlık içerisinde düzgün bir ivme ile her şey önemini yitiriyor.
Düzgün olan tek şey de bu zaten.
Beklemek ile ilgili kurulmuş felsefi cümlelerin hepsi tek teker yaparak resmi geçit yapıyor önümde.
Ben yavaşım. Sen ise sokakta "abla sen pille mi çalışıyorsun?" diye soran tüyü bitmemiş yetimlerin hışmına uğruyorsun. Ancak birimiz fazla yavaş birimiz fazla hızlı, neticede bir uyumsuzluk söz konusu. Yok yok, sen ve ben değil, onlar ve biz..
Peki ben neyi bekliyorum, sen nereye koşuyorsun?
Sihirli değneği olan peri bugün gelse değneği kıçına sokucam nerdeydin şimdiye kadar diye, onu bekliyorum ben.
Şişeden cin çıksa, şişeyle bong yapıcam, cini içicem, dağa kaçıcam..
Tabi şöyle de bi durum var ki, dağdan yeni geldim ben, niye yine böyleyim?
Bu sabah şunu düşündüm; klozetlerden klozet beğenmeyen bohem ve beyaz kıçlarımız, yine de "yarım" evlerde mutlu olmayı başarabiliyor ama o yarım evlerin içindeki yarım insanlarla mutlu olamıyor.
Neden?
Çünkü bir hasrettir gidiyor tamamlanmaya, 2 yarımdan da bir tam çıkmıyor.
Tamamlanmaya çalıştıkça her şey eksiliyor. eksiliyor eksiliyor bitmiyor. Bu daha da kötü..
Eskimek, buruşmak, kırışmak, çirkinleşmek..
Nükleer yardımcım attan düşen bir başbakan ile scooterdan düşen bir başkanın insafını bekliyor.
Sonra her şey "puff".. "PAAT" da olur. Ya da bozkırın göbeğine düşen bir "güp" sesi daha da şahane değil mi?
Sonra sonsuz bir sessizlik..
Merhaba. Ben Sinem. Bekliyorum.
Kesik, bir kitap adı değil artık. Benim hayatım.
Göğsümde, sol mememin üzerinde yatıyor.
Sol kolumda.
Sol bileğimde.
Kesik, bir bütünü parçalayan o ufak çizgi, her şeyi değiştiriyor. Bir tam olmuyor bir kesikle hiç bir şey.
Ve sevgilim yüzlerce kesikle karşımda, onu dikiyorum sabahlara kadar, dikiyorum dikiyorum kapanmıyor kesik..
Bekliyorum..
Neydi o temiz bir sayfa açma zırvası?
Koca koca doktorlar aldılar vizite paralarını da nası yediler bizi "ama sen güneşin doğuşu ne güzel biliyo musun yavrum" diye diye..
helal olsun diyorum onlara, bize, bizi onlara götürenlere, o parayı verenlere..
Ama sen güneşin batışı, dalga sesi, kuş sesi, dağ havası, efendime söyliyim, bir kalemin bir kağıt üzerindeki hışırtısı ne güzel biliyor musun?
Yok, bilmiyorum, kavanozda yetiştim ben, dolaptaydım henüz çıktım ilk size geldim amca, baba desem sakıncası yoktur eminim, nitekim ancak babam olsanız bu kadar rahat davranırsınız karşımda..
hahahaha
bu kısacık ümitlenmeler yüzünden hayatım sikilmiş benim, sen bunu biliyor musun peki?
az kalsın dünyanın güzel ve yaşanası bir yer olduğu yalanına inanacaktım..
gerçi şunu kabul etmem lazım, dünya birilerine güzel, parlak, ılık, mutlu, sakin, huzurlu..
Benim için ise bir "sen soktun sen çıkar yarabbim" duası..
Ellerimizi yukarı doğru kaldırıyoruz şimdi ve 3 kere tekrar ediyoruz:
reset ya resulullah

5 Ekim 2010 Salı

önemi yok elbette..

yazıyorum. yazıyorsun. yorumlar gönderiyorlar. saçmasapan. her şey saçmasapan. hayat devam ediyor üzülme diyorlar bana. oysa müzikler çalıyor kulağıma kulağıma. oysa insan sesleri uzaktan hoş geliyor yakından çirkin. oysa ben yatmışım bir odanın ortasına. üzerimde depresyon hırkası. bir sonbahar daha gelmiş ankara'ya. bizim ankaramız olmuş yeniden burası, sen gelince, ben görünce, yaprak tam da üzerimize düşünce o parkta, o yaprağı yeniden görünce, içime bir ıslak çimen kokusu dolunca.. utopia diyorsun sen de bana. çok güzel değil mi? depresif bir görüntü sergileyince, pilin bitince, ben susunca, diyorlar ki enerjinize ne oldu sizin, diyorum ki, budur bizim enerjimiz, isteyen buyursun lokantası, yersen durumları. bu konuda ısrar edecek değilim. kimseye hiç bir şey için ısrar edebilecek durumda değilim. boş ver.. boş verdim. ama hala hayaller var değil mi bu dünyada? hala yaşanır kılan tek şey hayaller değil mi?
seni hatırlıyorum, ne kadar mutlu olduğunu hatırlıyorum, seni hiç okadar mutlu görmediğimi hatırlıyorum, sense hatırlamıyorsun işte, oysa ben senin küçüklüğünü biliyorum. bilmiyor muyum? bilen var mı başka bu kadar? bu yüzden mi duruyoruz birbirimizin hayatında? sana aldığım o buzdolabı magneti gibi işte.. seni hayatımdan çıkartamam çünkü, çünkü kendimi de çıkartamıyorum bu hayattan, işte tam da bu yüzden seni çıkartamıyorum. bir bilinmeyenli denklemi çözemediğimiz yerde, iki bilinmeyen sunuyoruz herkese. buyursunlar diye. buyursunlar efendim, ancak gene bekleriz diyemeyeceğim. gelen geldiği yerden lütfen, fazla dağıtmadan, kirletmeden.. ama yine de, beni aradığında, yalnızım o gitti dediğinde, ağlıyorum çünkü bıktım dediğinde, artık bitti dediğinde, ben dönüyorum dediğinde, dönecek bir yerimiz kalmadığını bildiğimde, döne döne başımız artık çok döndüğünde, sana demek istedim ki.. bir önemi yoktu. bir önemi yok demedim. şimdi diyebilirim. tüm bunların, hepsinin, bugünün, bu yalandan güneşin, hemen arkasından geleceğini bildiğimiz kışın, çok bekleyeceğimiz yazın, bitip gidecek bir sürü günün bir önemi yok. geçen günlerin, geçmeyecek sandığımız günlerin hiç bir önemi yok. şimdilik, ölene kadar hayattasın diyordu değil mi? bunların hepsini biliyoruz zaten. tekrar etmekten usanmıyoruz. işte bu sebeple gelen bir daha gelmesin ki biz yeni insanlara yeniden anlatabilelim. ne kadar eğlendiğimizi, ne güzel bir hayat geçirdiğimizi, en çok bizim olduğumuzu, en çok ben, en çok sen, en çok en çok en çokların dünyasında yaşadığımızı. boş ver sen bunları bize bir şey kalmadı diyor başka bir şarkı.. sen diyorsun ki yine istanbul, yine yağmur, vapur.. vapour ol uç ozaman, uç, uzak olsun.. çok uzakta öl tamam mı sen? çok uzakta. sadece bir sızı olsun içimde, inanmayayım öldüğüne ve bana bunun gerçek olduğunu ispat edebilecek hiç bir şey olmasın. o meşhur insanların ortadan kaybolup bir arada yaşadığına inandığımız adada sana da bir yer olsun. orada yaşa, kafan bir kovanın içinde olsun, sen yine mutlu ol. ben yine mutlu.

21 Haziran 2010 Pazartesi

fiko bunu oku..

bir en son seninle çekilen fotoğraflarıma bakıyorum, 2 sene olacak nerdeyse..
bir ondan sonra çekilen fotoğraflarıma bakıyorum, geçen 1.5 sene içerisinde..
büyümüş müyüm, yaşlanmış mıyım, çökmüş müyüm ne olmuş bilmiyorum ama bir şey olmuş, o kesin..
gözümdeki ışıltı, saçımdaki parıltı, yüzümdeki ifade.. 
bir şeyler olmuş bana.
bir şeyler oldu, hemen senden sonra. 
böyle arabeske bağlayıp, "sen gidince ben cama çöktüm, yağmura baktım, ak düştü saçlarıma dert girdi yıllarıma" yapmak istemiyorum ama harbiden canım çok sıkıldı fiko, baya bildiğin yaşlanmışım şu kadar zamanda. 
zaten bildiğin üzere yaşlanmak konusunda fena halde takıntı sahibiydim, hatta sana "yaşlanmadan ölmem lazım" dediğimde, ellerini arkana bağlayıp, vücudunu hafifçe öne eğip, dedeler gibi yürüyerek gülerdin.. 
sigarayı az iç dediğim zamansa nasolsa genç ölücez derdin..
beklenti bu şekildeydi sanki, hızlı yaşayıp genç ölmek.. 
sonra her şey birden yavaşladı, 
aniden..
sonra ben yavaş yaşayıp geç ölecek gibi oldum ama kısa sürede yaşlanıverdim, kendime baktım uyuz oldum..sense durdun, artık hiç yaşlanmıyorsun..

geçer mi peki bana söylesene?
genç olabilir miyim yeniden?
hala küçük gösterdiğimi söyledikleri için sevinemiyorum.
şimdi 29 oldum, 25 gösteriyorsun diyorlar ama 25ken 19 sanıyorlardı.. bu böyle mi devam ediyor?
"yaşlılığın en trajik yanı diyor" oscar wilde "vücut yaşlanırken ruhun genç kalmasıdır", bunun ne kadar doğru olduğunu şimdilerde çok iyi anlıyorum.
bir gün "eğlenecek mecalim yok" ya da "bizden geçti" lafının benim ağzımdan çıkacağına inanır mıydın?
"16 yaşındaki ingiliz piçleri gibisin" dediğin s.'nin son halini görsen şaşırırdın, eminim..

yine de fotoğraflarımıza bakmak bana iyi geliyor, uzun zamandır hissetmediğim bir şeyleri hatırlatıyor bana, üzerine yapışan yüzlerce kelebek, başının üzerinden geçen binlerce renkli balon, metrelerce yüksekten hiç korkmadan aşağı düşmek ya da kilometrelerce yukarı zıplamak gibi.. hava ile ilişkili, uçan, kaçıcı, silinebilen bir hissi..aşk gibi bir hissi hatırlatıyor.. aşk gibi ya da ta kendisini.

kulaklıklarımı taktım, burası benim iş yerim, ben senin bildiğin s., başka bir yüzüm var, biraz eskimiş, yıpranma payı diyelim, hızlı yaşamayı becerip genç ölmekten sınıfta kalmak..kulaklıklarımı taktım, beyaz bir bilgisayarım ve beyaz kulaklıklarım, güzel bir ofisim var, hava çok sıcak, senin cennetin şu an cehennem gibi yanıyor, denizinde sen olmayan bir cehennem gibi, üzerinde çığlık çığlığa eğlenen bir sen olmayan.. ankara her zamanki gibi içerisinden kaçmak isteyen bir s. ile yanıyor..yanıyoruz velhasıl, henüz haziran'ın ortasındayız..cuma geliyorum yanına, akşam üzeri toprağın kenarına oturup, çam gölgesinde seninle bir monolog daha kurmayı planlıyorum, uzundur yaptığım gibi.. bir kaç sigara içimi, yeni bir kaç çiçek belki, kuşlar için taze su, sana savrulacak yeni bir kaç hasret dolu küfür ile birlikte gelmeye hazırlanıyorum.. 

artık sana baktığımda ilk zamanlardaki kadar cayır cayır yanmıyor içim, daha sakin, daha özlemli, daha sindirmiş gibiyim. bu blog sayesinde kendimin ölüme alışma sürecini izledim, ilk başta canlıyken ölüyormuşsun gibi yaşadığın halden şu zamana kadar gelişimi izledim. değişmeyen bir tek şey var o da şu ki her o fotoğraflara baktığımda seni kadar çok sevdiğimi ve beraber ne kadar mutlu olduğumuzu düşünmem.. seninle mutlu olmayı özledim..


16 Haziran 2010 Çarşamba

dol-muş

dolmuşa biniyoruz, çok eğlenceli diye kendimizi kandırıyoruz.
sebebi belli bir ukalalık bu, hakkaten kendimi kandırmaya çalışıyorum,
müzik var, trafik yok diyorum. enteresan insanlar çıkıyor karşımıza, anlatırken gülüyorum.
"parayı uzatır mısınız lütfen" dediğim kadından, "lütfen diyince uzatmak mecburiyetinde kalıyorum" diye azar işitip gülüyorum.. 5 lira verip 6 lira para üstü alıp, gülüyorum..sonra m. para üzeri olarak 10 cent alıp geliyor, gülüyor.. aslında hiç güleceğimiz filan yok, baya ağlamak istiyoruz bu nefes almayı güçleştiren sıcakta, insan kalabalığında, kokusunda, olmak istemediğimiz yerlere gidip, yapmak istemediklerimizi yaparken aslında ağlayasımız geliyor. yağmurda bir seyyar çiçekçinin yanına sığındığını anlatırken ağlamaklı yüzüne bakıp gülüyorum..


başka hayaller peşindeyim elbette, çok yakınında, çok uzağında..
dolmuşlar, otobüsler, metrolar değil,
uçurtmalar, paraşütler, sürat motorları, yelkenliler..
bu kara parçaları değil, su altı sesleri,
bu geceler değil, güzel karanlıklar,
bu sokaklar değil,başka kaldırımlar peşindeyim..
bir hayalin peşindeyim,
gidenlerin dengini bulabileceğim,
dengemi bulabileceğim,
kendimi bulabileceğim başka hayaller peşindeyim,
uçurtmalar, paraşütler, sürat motorları, yelkenliler,
denizler, maviler, maviler peşinde..

2 Haziran 2010 Çarşamba

sometimes "its that cold"

çok yorgunum. yazasım da yok aslında ama yazmam lazım sanki..
annemin bir lafı var "kör gözün parmağı, gelir beni bulur" diye, belki öyle.
belki değil.
belki başka bir şey;
sıyıran kader,
allahın sopası
veyahut kem gözlere denk gelemeyen şiş..
bir "buna şükür" deme mecburiyeti,
mecburiyetin sebebi "bu" ile karşılaşıp karşılaşıp çekirgenin bir kere daha sekebilme ihtimalini sevmek.
nereye kadar hiç bilmeden, üçün beşin hesabını yapmadan, bir çekirge olarak yaşamını sürdürmek.

bir kere daha, yıkıl da kalk ozaman,
bir kere daha ağlamaktan şişen gözlerine bakıp gözyaşı alerjisine gülümse,
kıpkırmızı ve yusyuvarlak bir burun ile ayı yavrusuna benzeyen yüzünü kimbilir kaçıncı kez terleyerek koşmak zorunda kaldığın adliye koridorlarında prosedürünü siktiğimin adaleti diye söverken çevir duvarlara,
akmasın diye gözyaşın dudak ısır,
şaşır başına gelenlere,
olmadık adamlara gelmeyecek sözler savur,
işini hallet bir kere daha yalnız ve yardımsız,
bir kere daha çık koridorlarından "mülkün temeli"nin..

hayatı boyunca buraları hiç görmeyen insanlar var oysa. hiç nezarete girmemiş, karakola gitmemiş, adliyede koşmamış, adli tıptan rapor almamış, büyük kazalar yapmamış, polis arabasına binmemiş, bitmek bilmeyen bir lanetin içerisinde "rus garılar beni içirdi içirdi arabamı çaldı horonzbu çocuğları çok mağdurum gomserim" diyen adama gülmemiş, sabahı neyle karşılaşacağını hiç bilmeden beklememiş insanlar var.
onlarda bende olmayan ne var?
peki bende onlarda olmayan ne var? ne boş sorular değil mi..

dedikleri gibi aklımın gelgitlerinden mi oluyor bu?
bir cezadır ki süresiz müebbet sanki hayat;
her nefeste koca bir taşı içine çeker gibi..
ümit etmekten bahsetmiştim, çok olmadı edeli, ümit sanki lanetin ta kendisi gibi.
aklımın gelgitleri mi?
gitti gelmez mi yoksa?

ne yapmam lazım..
"tam düzelmişti" diyor en sevdiğim adam.. "tam düzelmişti sinem, başına bu talihsizlik geldi".
bende onu diyorum.
sinem düzelmesine düzelecek de, ben düzelsem ne olacak?
gelip bana vururlar ozamanda..
ben içmesem, içeni beni arar,
ben dursam onlar vurur,
kaçsam kovalar,
kapıyı açarım otobüs çarpar,
eve giderken motor vurur,
ben dururum o gelir gene beni bulur.
sorunun gerçekten benim düzelmemle çözüleceğinden emin misiniz?
peki sizce ben emin olabilir miyim?

çok sıkılmayayım diyorum.
herkes gibi şeylerden bahsedeyim. herkes gibi olayım. herkes gibi bakayım, güleyim, rahat olayım, rahat..
moda hakkında bir blog tutayım, yeni alışveriş siteleri, güzel yemek tarifleri, henüz üç aylık olan bebeğimin bokunun şekli, kocamın sandalye arkasına astığı ceketleri en büyük sorunum olsun, en kötü günümüz böyle olsun.. 

olmuyor..

yazgı denen şeye inanmayan insanlara hayretle bakıyorum.
yazanında ellerinden öpüyorum.başıma gelenlerin "ednan bey"in başına gelenleri aşması itibariyle artık bu diziyi bir mutlu son ile bağlamasını rica ediyorum..

6 Mayıs 2010 Perşembe

do you remember?

bazı şarkılar var, o kadar eski bir zamana ait ki ne zamana ait olduklarını hatırlamıyorum, sadece ilk notasından itibaren eski gibi kokuyorlar..


bir de bazı kokular.. daha yanından geçerken eski bir şarkı gibi geliyorlar ..


bu hafızadan bağımsız hatırlamalar yoruyor insanı aslında. unuttuğun bütünün unutamadığın parçaları onlar. dolaba kaldırdığın puzzle'ların halıda unutulmuş parçaları. eline aldığında hangi puzzle olduğunu hatırlayamadığın bir parçanın o puzzle'ın neresine ait olduğunu bulmaya çalışmak gibi. ve tuhaf bir acı hissi var doktor bey, acı mı desem yanma mı bilemiyorum şimdi. beyin karnı tetikliyor, karın aklı..oysa unutmuştuk değil mi, unutmuştuk ve unuturken unuttuğumuzun farkına varmamıştık, zaten farkındalık unutmanın tabiatına ters, unutmak ise benim tabiatıma. florasını siktiğimin beyni unutmak konusunda bir tuhaf malesef.. 
unutmamıştır muhakkak o, masaüstünde kullanılmayan simgeler var demiştir bir noktada bir dürtü, "evet"e basıp geçmişizdir, onlar da bilmediğimiz bir klasörde saklanıyordur bir gün bir şarkı çalsın da hepsi yerinden çıksın diye. ne de güzel anlattım tasvirimi sikeyim, bilgisayar ağızlı bir insan oldum çıktım. yakında kendi kendime çift tıklamak suretiylebu sorunu da çözmeyi planlıyorum.


kendimi dünyevi menfaatlere adayalı baya uzun zaman oldu, dün akşam bunun hayalperestlikten kaynaklandığı kanaatine varmış bulunuyorum. kendime habire bir takım sebepler ya da bahaneler (ne demek isterseniz doktor bey) bulmadan yaşayamıyorum. yaşamak dediğim yaşamam konusunda diretilendir elbette, yaşamak istediklerim ise hayal, bende bu cümlenin gizli ibne öznesi oluyorum. yine de şu sıralar bulabildiğim yegane açıklama bu olduğundan bu fikre 2 el ve bir yürekle sarılıyorum, mecburum doktor bey eminim anlıyorsunuzdur nitekim size bu sıfatı bedavaya vermiyorlar onca sene asosyal olmak pahasına it gibi okuyorsunuz demekki siz de hayalperestsiniz, hayallerinizin ise en süslü noktasında "profesör" sıfatı yer alıyor olsa gerek, yalnız bilmem bilir misiniz bu sıfatı bir kokoreççi de taşıyor, çok da güzel kokoreç yapıyor. 
konuyu dağıttım, huyum da kurumadı gitti. ciddiyet beni bir noktada ışık hızı ile terk ediyor. ne diyordum? evet, hayaller.. o hayallere kavuşabilmenin yolunun bugün domalıp yarın doğrulmak olduğuna birileri beni inandırdı. bende hayal kurmadığım takdirde bu hayata dayanamayacağımın artık farkındayım. havuca doğru yürüyen eşşeği biliyorsunuzdur, hikayenin sonunda eşşek havuca varamadan ölür ama o kısım önemli değil, önemli olan yürümek. hem belki bir gün varırız değil mi?


aslında durum bu kadar kötü değil, en azından kendime makul bir limit koydum, önümüzdeki 6 sene içerisinde varmak istediğim yere varamazsam varmaya çalışmaktan vazgeçmeye kesin olarak karar verdim. kesin olarak karar verdiğim pek çok şeyi uygulayamamış olduğumun bende farkındayım ancak bunu kanun hükmünde kararname kabilinden hayatıma alıyorum. 


her şey benim istediğim gibi olsun istemesem çoktan varmış olurdum aslında oraya biliyorum, ama o zamanda mutlu olamazdım artık bunu da iyice anlıyorum. yani hem canım cennette olucak hem.. terbiyesizleşmeden duruyorum..


ve son olarak, beni benden iyi kandıracak bir eş bulabilirsem onunla derhal çiftleşmeyi planlıyorum. hatta üreyebilirim bile, o derece doktor bey, o derece kana kana kanasım var..katıla katıla gülerken katılıp kalmak gibi.. remember?

15 Nisan 2010 Perşembe

bir teselli ver

google'da arıyorum bir "teselli", 0.54 saniyede yaklaşık 697.000 sonuç buluyor.
bende bir anormallik var (herhalde diye tamamlamak isterdim elbette bu cümleyi ama ahlak anlayışım hala bir çoklarınınkinden iyi çalışıyor, 0.54 saniyede "hadi lan" diyor bana, akabinde "kesin mi?" diye düşünmeme fırsat kalmadan "siktir lan" diyor içimdeki ironik kaltak, ki kendisi beni hala ayakta tuttuğundan, ve bu vesile ile bir teselliyi google'ın asla bulamayacağı bir yerden buluyor olduğumdan, 697.000 sonuçtan daha verimli bir sonuca varabiliyorum, tatmin oluyorum evet, ironik kaltak bana yarım ağız gülmüyor, o benim adetim değildir, ben güldüm mü yarım ağız bir yana 32 diş gülerim, soran olursa "dişlerinin hepsi bu kadar mı" diye, yok yarısı da cebimde bile diyebilirim (20likleri çektirmiştim)


kahve yaptım, süt yoktu yine baileys kattım, bohemlere selam ederim, çukurcuma'da kafamda kovboy şapkası ile yürümem belki ama götümü temiz klozete koyarım, kahveyi baileys ile severim.


ancak söz hazır teselliden açılmışken, bir saçmalık var bu işte, "teselli nerede aranır" sorusunda bir saçmalık var. benim her şeyi olduğu gibi onu da ilk aradığım yer gerçekten google oldu ama sonra da düşünmeden edemedim (ki burada da yazın hayatımızda "I couldn't help but wonder" ile kanıksanan Carry'e selam ederim) teselli geçmişte mi aranır gelecekte mi? kişi de mi aranır teselli, içinde mi, bir yerde mi? aranır da bulunmasının ne faydası vardır mesela sadece bir tesellidir kendisi, azıcık içini rahatlatır. orhan gencebay kendisini mecnuna çeviren leylada arar bir teselli, kimisi "geçmişteki günlerde" bulur. umut fakirin ekmeğidir, teselli zengine de lazım mıdır mesela? teselli fakir işi midir? ben kahvesine baileys katarken teselliyi google'da arayan bir salak mıyımdır? 


çingeneler güzel yerine "mazın" diyorlar, mazın benim aklıma hep "hazin"i getiriyor, çirkini oynatıp güzeli ağlatmalarının bilinç altıma yerleşmesinden midir? bunun teselli ile hiç bir bağlantısı yok elbette, sadece aklıma geldiğindendir..


çok canım sıkılıyor. bilmem belli oluyor mu. okadar canım sıkılıyorki en eski alışkanlığım olan spontane saçmalama işime geri dönüyorum. okadar canım sıkılıyor ki bir teselli bulasım var, bulmak için geçmişe bakınca daha da özlüyorum, geleceğe bakınca ümitsizliğe kapılıyorum. kapılıyorum çünkü bu sene de bu karadayım, o denizde değil.. kombine uçak bileti alınca ekstra indirim uygulanmıyormuş uçaklarda, orada aramış olduğum teselliden de yalanmaktan sırılsıklam olmuş avuç içlerim ile dönüyorum. "çok paran olunca" ile başlayan cümlelerden, kaçmış olan bugüne bakarken, annem "ayakların yere bassın" diyor, ayaklarım yerle yeksan olmuş, benimse kendime kanat takasım var, kanat takamıyorsam kanatlı vasıtalar ile varmak istediğim yerlere doğru gidesim var, bunu kendimden başka kimseye anlatmak zorunda kalmayacağım bir zaman diliminde şuursuzca yaşayasım var, oysa "çok paran olunca" ile başlayan cümlelerin tamamlanması için ayaklarıma betonlar dökülmüş sanki, adımlarım ağırlaşıyor yaşım büyüdükçe, arkamda bir fotoğraf duruyor, profilim denizi yarıda kesmiş, ona sırtımı dönüyorum, bir teselli vermediğinden bana, kendime küfür ediyorum, kendi yazdığım şeyi hatırlıyorum, "salonun halısına düşen sigara külüne bakarken sahile kül silktiğim günlerin serin taşaklarını özlüyorum" diye, çok ayıp ediyorum biliyorum taşak maşak nası kelimeler bunlar ama içimdeki ironik kaltak işte, teselli verirken ağzı bozuluyor, "gene yaparsın" diyor, "gene yapacaksın sen de bu istek olduktan sonra ayaklarına dökülen betonlara sıçar taşı delersin"..
delerim di mi? 
sıçarım evet.

çıplak ayak yaza girme üşütürsün

yaz başlarken ümitsizliğe kapılmak hiç bize göre değil.
biz dediğim artık tanımlayamadığım bir cisim ama kendisinden bahsetmekten zevk alıyorum. eski güzel günler diye bir tanım var, tanımlayamadığım cismin bir parçası olarak bir köşede duruyor, törpülediğim bir köşede, velhasıl yuvarlak bir köşedir kendisi, aynı benim gibi, benim kadar yuvarlak ve benim kadar sivri, vurdun mu morarırsın, elini sürtsen izi kalır, geçer sonra, korkma, törpüle..
çok güzel bazı cümlelere rastladım geçtiğimiz günlerde, hala güzel yazabilen insanların benim yaşantımdan uzak bir yerlerde olmasına hayıflanayım dedim, hayıf hayıf hayıflandım. içki içtim üstüne, az zamanda çok içki içtiğimden, çok zamanda çok içtiğim günlere nazaran çok etkilenir oldum, sabah kalkamadı midem yataktan, onu orada bırakıp kendimi ıslamak zorunda kaldım, ıslak ıslak sokaklara çıktım, üşüttüm ama genetik mirasımın etkilerinden olsa gerek, fark edilmedi durumum, gene yırttım..
çok anlatacak şeyim var günlük, hiç anlatacak yerim yok. kendime yeni bir defter alsam sonu en son aldığım eski defterlere döneceğinden, teşebbüslerimi hayaller ile sınırlı tutuyorum, pek müteşebbis sayılmam daha ziyade hayalperest derler bizim gibilere. biz dediğim tanımlayamadığım o cisim bir uzaylı edası ile süzülür geçmişin sığlıklarında, derinlerinde değil ama sığ da değil aslında da, yüzeye yakın olduğundan böyle demeyi uygun görebilirim, ne yüzeyde ne derinde, elini uzatsan tutacağın bir yerde, tüpsüz dalsan vuracağın, nefesini tutsan bulacağın bir yakınlıkta. püff desen uçar..
yaz başlarken ümitsizliğe kapılmak hiç bize göre değildir. biz dediğim, baharı gördü mü kendini koyverir, sulu götürür kuru getirir, enerjisinden ortam ısınır, bir kahkaha atar, yan masalar kaynak yapası gelir mutluluğuna, biz dediğim güzel bir çocuktur, dün gibidir hem kendisi hem anısı, biz dediğim yaz gelicek gibi oldu mu, kabına sığmaz olur, gider kendine hiç tanımadığı kaplar edinir, kaptan kaba sıçrar, yediği kaba sıçar, ardına bile bakmadan kaçar..güzel bir çocukluktur, zar atar, çimene basar, yüzünü güneşe döner, sırtını duvara verir, çıplak ayak gezer ayağına kıymık batmaz, gözleri kapalı koşar düşmez, düşse de acımaz, acısa da ağlamaz, güler daha çok..
biz dediğim bir çocukluk anısıdır, yakalamak şimdi valizini toplayıp gitmek kadar zordur, yakalamak şimdi valizini toplayıp gitmek kadar kolaydır, anlatsam anlaşılmaz, beni alır yaz başında ümitsiz yapar, adına "bahar yorgunluğu" derler, sanki hiç bahar görmemişiz gibi konan teşhise gülerim, tedavimi kendim uygularım, teşekkür ederim.

29 Mart 2010 Pazartesi

more fake than anybody else

neden mi?
çünkü ne öyle ne böyle
ne tam ne yarım
ne düz ne eğri
ne yoldayım
ne dışında..
yani,
"ya dışındasındır çemberin ya da içinde yer alacaksın" ya,
ne dışındayım çemberin,
ne de içinde yer alabiliyorum. 

bu durumda;
"Kendin içindeyken kafan dışındaysa
Çaresi yok kardeşim
Her akşam böyle içip, kederlenip
Mutsuz olacaksın
Meyhane masalarında kahrolacaksın
Şiirlerle, şarkılarla kendini avutacaksın"..

bize de bu kalıyor..

8 Mart 2010 Pazartesi

senin için geçmiş..

konuşuyorlar..
cumartesi akşam 7de evden çıkmış, pazar sabah 6da gelmiş eve..
ankara'da bu kadar saat bu kadar çok eğlenebilecek insan ve mekan bulabilmiş, hayatından memnunmuş. pazar biraz mide bulantısı, hafif sersemmiş..
konuşuyorlar..
"25 yaşıma gelince bırakıcam bu işleri" diyor,
benimle aynı iş yerinde çalışıyor,
temiz yüzlü, iyi kalpli..
birileriyle tanışıyorlarmış, eğleniyorlarmış..
"eğlenmek çok eğlenceli" diyorum gülümseyerek, bana uzak bir anıdan bahseder gibi.
ama canım çekmiyor, bunu nasıl anlatmalı yahut nasıl atlatmalı bilmiyorum.
o döneme dair hiç bir şeyi özlemediğimi nasıl açıklamalı?
"senin için geçmiş" diyor bana,
"benim için geç" diyorum ona..
15 yaşında başlayan av mevsimi bir yerlerde bir zaman elbet sona ermeliydi,
arsız da oldum, arsız da gördüm, 
canım sıkıldı..
canımı sıkmalarına daha fazla tahammül edemeyecek kıvama geldim,
benden hiç beklenmeyecek bir şekilde "önemli olan tek jetonla oyunu bitirebilmekmiş" dedim..
defalarca oynamak çok zevkli, varmaya çalışılan yer aynı, bu şekilde bakıldığında varmak mı önemli - oynamak mı?

bir yere vardığım yok aslında, 
tek jetonla oyun falan da bitiremedim elbette,
aynı oyunu, başka oyunları, diğer versiyonları hatta her yeni versiyonu oynadım,
bir çok defa,
ama,
canımın çok sıkıldığını fark ettim sonra.
ona dedim ki,
senin yaptığın aşk kapısını açık bırakmak..
o kapı açık,
orada bir taş var,
senin taşın,
doğru zar gelsin,
seni kırsın diye..
belki de benim derdim elimde yeterince kırık olmasıdır
ve o kırıkları yeniden en başa koyup başlayacak
mecalimin olmaması..

bu beni eğlencenin dışına mı itiyor?
hayır elbette,
eğlence yazı bekliyor,
ama av mevsimimin sona erdiği bir gerçek,
başka şeylerin peşindeyim artık belli ki,
başka heyecanlar,
başka mutluluklar,
olur bana arada bir böyle!
ucuz etin yahnisinden bıkmışım diyelim..
ama kimseye söyleyecek sözüm de yok sabah 6da geldik eve dediklerinde,
herkese av sezonunda başarılar dilerim.


21 Şubat 2010 Pazar

after dub dub

Sabah 6:20de bir heyecan başlayan Kartalkaya seyahatim saat 10:00da kesilmek bilmeyen sağanak yağmur sebebiyle başlayan geri dönüş yolculuğum ile sürüyor.. yani boşa gidilen 6 saat yol ama ne yapalım, kader kısmet işleri..2 hafta sonraya erteliyoruz, bir terslik olmazsa tabii..şimdi dönüş yolunu biraz olsun renklendirmesi için almış olduğum 17-23 Şubat tarihli hello dergisinin çok paralı, az zevkli simalarının arasında dolanıyorum. onları tam anlamıyla yani bedenen ve ruhen bir bütünlük içerisinde (bu bütünlüğü şeyh el-makdum'un rüyasının ardından Dubai'yi soktuğu şekilde) yani lafı dolandırmayı bırakırsak "artificial" buluyorum. sanki hiç ağlamıyor, sabah uyandıklarında da böyle fırından yeni çıkmış gibi duruyor ama daha önemlisi hiç osurmuyor ve sıçmıyor gibi duruyorlar. Oysa bu porselen dişlerin ardında elbette soğan yediğinde ağzı kokan insanlar var.. neyse, onların milyon dolarlık :) çanta ve ayakkabı kombinasyonlarına bakarken gözüme paçalarını diz kapaklarına kadar sıvamış balık tutan bir insan imajı geldi, bir kere daha bana neyin cazip geldiğini test ettim, onayladım. sayfalarda devam ederken sıra geldi Serdar Ortaç'ın sevgilileri nasıl coşturduğuna.. Ana fotoğrafa bakarken ilk gözüme çarpan Serdar'ın arkasındaki file çorabında delik olan kız oldu. bu kadar sahteliğin içerisinde tek gerçek o delikti sanki..derginin orta yerinde, bir takım tuhaflıkların içerisinde, kendine verilmiş kostümün kusursuz kusuru ile, yüzünü bir yelpazenin arkasına gizlemiş, aslında hiç bir önemi olmaması beklenen bu sebeple fark edilmeyen delik çoraplı dansçı..onu görmek bana iyi geldi!
ancak, hemen arkasından Ajda Pekkan ile karşılaştım ve el-makdum'a "Dubai de bir şey mi?" demek istedim..

Bu Dubai benzetmelerinin sebebi ise yakın zamanda bu kendi nüfüsundan fazla Pakistanlı, Hintli ve Filipinli barındıran, karaktersiz, tarihsiz, bir tuhaf şehire gitmiş olmam.. seçerek ve isteyerek değil, sebepli bir ziyaret ile 7-8 gün kalmak zorunda kaldığım Dubai, ne anlatıldığı gibi teknoloji cenneti, ne rüyalar şehri (ya da makdum'un hayal dünyası bana uymadı) ne çok ucuz.. samanpazarı vari yerlerinde sahte olup olmadığına güvenemediğiniz bir takım ucuz malları bulabilmekle birlikte, aynılarını ankara'da ulus'ta, eskişehir'de odunpazarı'nda ve istanbul'un pek çok semtinde yakalamak mümkün, daha bile ucuza alınabilir hatta.. elimi attığım kıyafetlerin (misal lacoste ve adidas diyelim..) "made in Turkey" olması ise daha da güzeldi.. eğer manzara anlayışınız upuzun binalar görmek ise bulunmaz kaftan olabilir elbette.. hiç mi güzel bir şey yoktu?vardı.. çılgın gibi araba kullanan bir şöför ile yapılan çöl safarisi belki de onca günün en güzel yarım saatiydi..sahra olması gereken yerde dürüm köfte ve rus olmasına rağmen göbekli bir dansöz de çöl safarinin sonuydu.
ben şehre bakıp bakıp en son yorum olarak "fake" dediğimde cevaben "artificial" geldi, hangisi doğru bilmiyorum ama bildiğim eninde sonunda ya sahte ya da yapay bir şehir Dubai..

Döndükten sonra başlamış olan çıldırmış iş temposu sebebiyle bir türlü yazı yazamadığım sevgili günlüğüme de dönmüş oldum böylece..kendimi film indirip izlemeye verdim, yanında da romantik liseli vampir(twilight) okuyorum fırsat kaldıkça.. çok uzun zamandır izlemek istediğim "bin jib"i izledim dün. ö.'nün çok defalar tavsiye ettiği benimse nedense bir türlü izlemediğim muhteşem bir film.. etkilenmemenin imkanı yok diyebilirim..

şimdi, çarşamba gecesini neyle çekeceğimi şaşırmış vaziyetteyim çünkü bir klasik seyahat rotası olan marmaris bekliyor bu kezde beni.. sevgili patronlarım izin verirse tabi.. vermez ise yakın zamanda bir istifa bekliyor :)

durum böyle günlük, yorgunum, sinirliyim, yalnızım yine de sanki beklediğimden iyiyim, emin değilim veyahut hasan abi'nin her "naber" dediğimde dediği gibi, "henüz belli değil" :)

7 Ocak 2010 Perşembe

Belleğin Kış Uykusu - Altını çizdiklerim

- Bellek silinemez ve asla yok edilemez! Sadece unutkanlığın zarı, anıların ışıldamasını engeller. Sonra bir darbe gelir ve o zarı parçalar. Hatırlamak budur..



- Yaşlı yüz her açıdan aynıdır. Yüzdeki belirsizlikse, değişmenin, yani gençliğin işaretidir.



- Gülmek, bütün insanlık ideallerinin varmak istediği son noktadır.



- Mutluluk dediğimiz, bir aldanıştır; yine de sürekli olmasını dileriz bu aldanışın.



- Kim size mutlu olduğunu söylüyorsa ona kuşkuyla bakın. Çünkü bilinç, mutluluğu ancak sona erdiğinde algılar..



- Güzel değil, güzelce kadınlardır çekici olanlar. Gerçek güzellik, kendini ortaya koymaz, keşfedilmeyi bekler. Tıpkı bir hazine gibi.



- Evlilik yolculuğa benzer, başıyla sonu güzeldir.



- Evlilik, son tahlilde yasalarla güvence altına alınmış sıkıcılıktır.



- Yaşlılık, ‘bir tür zihin hastalığı’ ya da ‘sürekli hastalıktan söz etmekmiş..’. Bana sorarsanız, tutkulardan dolu dolu zevk almamızı engelleyen bir sınır, bir eşiktir derim.




- Edebiyat bize yaşamadığımız, yaşayamadığımız ya da yaşayıp da farkına varamadığımız hayatlar hediye eder.



- Korku, insanı koruyan en sağlam zırhtır.



- Cinsellikte oburluk, güzellik açlığıdır. En azından bu açlığın açıkça ortaya konuşu..öyleyse kim bir insanı güzelliğin peşine düştüğü için kınayabilir?



- Mezarlar ölümün belleksizliğine karşı koymak için diktiğimiz işaretlerdir!



- Hayat dediğimiz nedir? Ölümümüzü beklemek, beklemeyi öğrenmek ya da.



- Bildiğim hayat dediğimiz şeyin mutsuz insanların çözmeye çalıştığı bir bilmece olduğu.



- Yaşamakta olan kişiyi mutlu saymamak, sonunu beklemek gerek.


- Ne öğrendim biliyor musunuz? Bir insan vicdanının izin verdiği ölçüde özgürdür. Daha fazlası mümkün değil.


- Oysa aşk en çok nedir diye sorsanız, sevdiğine sahip olma isteği derim.

Kış Uykusundaki belleklere..


Esasen Ocak 2007’de almışım ama, okumaya başlamam Kasım 2008 olmuş..

Bazen böyle oluyor, alıyorum ve zamanı gelsin diye bekliyorum bir kitap için. Aslında okuduğumda seveceğimi bildiğim, muhtemelen içeriği hakkında malumatım olan kitaplar oluyor aldıklarım, genelde adına bakarak kitap seçmiyorum (bunu da yaptığım oluyor elbette ama) yine de aldıktan sonra hemen başlayasım gelmiyor işte, 2 sene raftan bana bakanlar olabiliyor bu sebeple..

Geçen kış, belleği kış uykusuna yatırmak için doğru zaman değilmiş demekki, bu kış başında “okunmayı bekleyenler” rafına bakarken sonunda elim uzandı.. Nedense en başından beri okurken içimi bunaltacak hissine sahiptim bu kitap için. Yani şöyle ki, pek de neşeli, akıcı, sürükleyici değil de, yazarken sorgulayarak yazılmış, okurken de sorgulamak zorunda bırakacak diye düşünmüştüm. Yanlış düşünmemişim.
Mehmet Eroğlu’nun romanı “Belleğin Kış Uykusu”, 2006’da basılmış, bende 2. basımını almışım, agorakitaplığı’ndan çıkmış. Diğer kitapları da aynı yayınevinden basılmış, sanıyorum onları da temin edeceğim. Özellikle Kusma Klübü isimli romanı direk ilgimi çekti.. Bundan evvel 9 romanı daha bulunuyormuş, ilk iki yazdığı roman ise 1984 senesine kadar sansür sebebiyle yayınlanamamış.

Çok güzel bir kapak tasarımı yapılmış bence Belleğin Kış Uykusu’na. Üzeri karlar ile örtülü bir tren yolu. Aslında kitap da bunun üzerine kurulu diyebilirim. Üzeri karlarla örtülü yollarda giden bir trenin içerisinde Bay M.’nin (adını hatırlayamıyor ama kendine ait olan bir zarf üzerine M harfi okunabildiğinden M olarak anılıyor ana kahraman) “üzeri karlarla örtülü geçmişini bulma çabası” demek doğru olur mu yazar yazmaz tereddüt ettim. Çünkü sanki bu kadarla özetlemek büyük haksızlık olacak gibi..Şöyle diyelim ozaman, geçmişsiz kaldığı için hatıralarını aradığını zannederken aslında hayatı boyunca edinmiş olduğu tüm değerleri sorgulaması. Bu daha şık, daha tatmin edici bir tanım oldu sanki.. Kişiler, olaylar ve genel geçer tanımlar üzerinden (mutluluk, acı, hayat, aşk gibi), birden fazla karakterin ağzından (sadece mutluluğa odaklı bay G., sadece dalga geçmek üzerine kurulu bir yapısı var gibi duran Palyaço ve bay M. Ve Bay M.’nin geçmişinde bir şekilde yer etmiş, iz bırakmış kimseler) bir arayış sürüyor roman boyunca.

Aslında çok sıkıcı olabilecekken, olmaması başarılmış demek mümkün bence. Aynı konu bir başka yazarın elinde ölümcül bir hal alabilirdi sanıyorum : )

Kitabın arkasında da şöyle diyor zaten: “insanın, belleğin, vicdanın ve hiç şüphesiz saf sevginin kaynağını araştıran sıradışı bir roman”. Ne diyeyim, katılmamak elde değil..

Ayrıca yıllardır pek çok kimseye tekrar etmiş olduğum bir sözün benden evvel daha edebi bir dille söylenmiş olduğunu da kitabın girişinde öğrendim. Şöyle ki;

“Bir neden aramak sevgiyi yok eder..Sevilen bir şeye anlam uydurmak, yalan söylemektir.”

(Pascal Quingard)