30 Kasım 2008 Pazar

gene gel..

gene gel, ne olur fazla uzun bekletme beni..
biliyordum zaten ölmediğini, görünce ondan şaşırmadım, olanları anlattım belki de haberin yoktur diye, sen de şaşırmadın, biliyordun demekki.. anneni ara haber ver ölmediğini dedim, sonra ararım dedin, unutma aramayı, dediğim gibi çok ağladı..

inanmak için yine de, dokundum ya yanağına, sıcaklığın avucumun içinde daha.
ve gülümseyişin gözümün önünden gitmiyor, ne çok özledim seni..

28 Kasım 2008 Cuma

tanrım, beni baştan yok et..


sabah tv'yi açtım.

bir kadın ve bir adam. amerikalı.

adam da kadın da eskiden çok şişmanmış.
kadın ya da adam 45 kilo vermiş (hangisi emin değilim).

adam diyor ki; "hep düşünürdüm "bi kilo versem kadınlar bana hasta olacak" diye, verdim kiloları gelen giden olmadı".. sonra bu kadın ve adam tanışmışlar günün birinde. kadın diyor ki "birinin bana aşık olacağı hiç aklıma gelmezdi". neden? çirkin çünkü. (resmi olsa da koysam. çirkinmiş hakkaten ama öyle öcü gibi de değil...) ama olmuş işte, adam kadına aşık olmuş, kadın da o kapısını kimsenin çalmadığı adamın kapısını çalmış.. adam kadına evlenme teklif etmiş. ama bu arada hayatlarını değiştirecek o "muhteşem" haberi almış bu sevimsiz olduğu kadar birbirini seven çift; amerikanın en muhteşem tv şovu "beni baştan yarat"a çift olarak katılabileceklermiş..kadına yapılması gerekenleri saymaya başladılar kaşlar kalkacak, göz altlarına kolajen dolgu yapılacak, dişleri, burnu yapılacak, karnı düzleştirilecek, poposu kaldırılacak, göğüslerine silikon takılacak vs. şeklinde uzayan bir liste, 2 ayrı ameliyat serisi hazırlamışlar.. adama neler yapılacağına bakamadım.. kadını yatırdılar masaya, kestiler biçtiler, diktiler, yeni kıyafetler, yeni saçlar yapıldı. adam kadını düğünde görecek, duvak kalkacak altından yeni kadın çıkacak. kadın da adamı ilk kez o zaman görecek..
bekledim, neler olacak diye görmek istedim.
gelin geldi, duvak kalktı, damat bakakaldı. tam manasıyla bir "bakakalmak".
hani normal prosedür gelini öpmek ya, kadın gülüyor yeni yapılmış A4 beyazlığındaki dişleri ile geniş geniş, adam bakıyor bu kim diye : )

peki şimdi nasıl olacak?
yani tamam, insan karşısındakinin "içini" sever vesaire vesaire de, içi dışı neyse bi seçim yapılmış, bi insan sevilmiş.. sonra tanrıcılık oynayan bi grup insan gelmiş, onu ayak parmağından saç teline değiştirip sana vermiş..
yeni baştan sevmek gerekmez mi o insanı?
sevdiğimiz insanları saçma kusurları ile sevmez miyiz?
hatta belki de o kusurlar ile daha çok..
sivri burnuyla mesela, kepçe kulaklarıyla,
ne bileyim ben, "ona ait olan"la sevmez miyiz?
onca sene birlikte olduğum adamı "o iyi değildi, al biz sana bunu yaptık" diye verseler, mahrecine iade ederim ben, fikrim budur :)

estetik cerrahiye karşı mıyım acaba ben diye düşündüm sonra, çünkü bu "tanrıcılık oynamak" kısmı da sinirlerimi bozdu ve daha evvel hiç böyle düşünmemiştim. karar verdim, değilim. estetik cerrahi güzel bir şey, ama günlerdir üzerinde durduğumuz gibi "her şeyin azı karar çoğu zarar".. yani burnundan çok rahatsızsan gider kendine yeni bi burun yaptırırsın belki ama derini yüzdürüp yerine kaplama yaptırmak değilmiş bana makul gelen, bu sabahta bunu öğrendim..

26 Kasım 2008 Çarşamba

"gitmek"

umut dünyası

1990 senesinden kalma bir Ajda Pekkan albümü ile başlıyorum güne. Nedeni konusunda hiç bir fikrim olmadığı gibi, şarkıları bilirim zannetmiştim, bilmiyorum da. İyi oldu işte, hatta harika.. Bana hiçbir şey hatırlatmayan eski şarkılar ile, hiç de açıp dinlemediğim bir kadın sesi.. Tam da istediğim gibi!

Şu ki mesele; hatıra denen şeyin uzağında, geçmişten uzakta, belki ve en çok da kendimden uzakta, dağınık bir ilgi, merak ve kaybolabilme özgürlüğü ile, dilini konuşamadığım insanların diyarında olma isteğim çok arttı..

Ve belki de hiç olmadığı kadar az kaldı..

Dostun dediği gibi "ne bitmez tükenmez bir umut" bu bendeki..

edit: bildiğim şarkı varmış albümden "sen de yaz yaz yaz bir kenara yaz.." nakaratlı.. babannemin apartmanının giriş merdivenlerinde 3-4 kız çocuğu bu şarkıyı ezberleyip söylediğimizi hatırlıyorum..
babannemin 2. kattaki evine mutfak penceresinden girmeye çalışırken düşüp parmağımı kırdığım kayısı ağacının tam da karşısında :)

işler böyle mi yürüyor?

When I was a kid I used to pray every night for a new bicycle.
Then I realised God doesn’t work that way, so I stole
one and prayed for forgiveness.




- Emo Philips


25 Kasım 2008 Salı

kabuğum delindi

Bazen insana hiçbirşey hatırlamak kadara acı vermez, özellikle de mutluluğu hatırlamak kadar . Unutamamak . Belleğin kaçınılmaz intikamı. Herhangi bir iz taşınıyorsa , bu bir zamanlar bir yara açıldığındandır .

Yaşadığımız anları dondurup cümlelere dökme çabası , çiçekleri kurutup kitap yaprakları arasında ölümsüzleştirmeye benzer..

Yaşama katlanabilmenin bazı koşulları vardır; okumak , öykü yazmak , arada bi dans etmek , sokaklarda başıboş dolaşmak gibi..

Yalnızlık içsel birşeydir, taşkınlıkda onun dışavurumlarından biri..

- Aslı Erdoğan, Kabuk Adam
http://alintilariminiltilerim.blogspot.com

sad but true..

W H Y ?

24 Kasım 2008 Pazartesi

f words again..


insanların acı çekmeniz için uygun gördükleri bir süre var. "yeter artık topla kendini" deme süresi. bir haftayı geçmemek şartı ile değişiklik gösterebiliyor, kimine 3 gün kimine 5 gün yeterli geliyor. bundan sonraki kısımda yanlışlıkla ağlar, üzüldüğünüzü belli eder ya da yakınırsanız "abartma" oluyor.
ben hakkımı fazlasıyla doldurdum. kimsenin yanında gözyaşı dökmemeye gayret ederek (annemi hariç tutmak zorundayım elbette) bu süreyi geçirmiş olmama rağmen bir sürü insandan "sen de topla artık kendini" lafını duydum.
duyduğum bununla sınırlı değil elbette; ölenle ölünmediği, hayatın devam ettiği, böyle yaparsam hastalanacağım, onun ruhuna huzur vermediğim vs. gibi bir sürü şey daha duydum. sanki bunları ben bilmiyormuşum gibi, sanki zamanında bunları bir takım yakınlarını kaybeden insanlara bende sarf etmek zorunda kalmamışım gibi, hepsini ilk defa duyuyor gibi sinirlenerek dinledim. sadece beni acı çekme konusunda özgür bırakan ve hatta teşvik edenlere katlanabildim, "ağla açılırsın" diyenler en sevdiklerim oldu..
ağladım ağladım, açılamadım..

üzerinden günler geçti şimdi, ilk başta kabul edemediğim gerçeğin ve o bitmeyecek gibi gelen, bir matkapla kalbim deliniyormuş gibi hissettiğim acının yerini tüm göğüs kafesimi kaplayan ve sıklıkla kendisini hatırlatan bir sızı aldı.. çok fazla paylaşmaktan kaynaklanan çok sık hatırlama hali ve bu hatırlamanın sonucunda artık olmadığının bilincinin yaydığı o sızı işte. daha doğru nasıl anlatılır bilmiyorum..

işte bu yüzden "ıssız adam" filmini sevmedim, sevenleri de çok akıllı bulamadım. öyle bir şey olmamalı bu anlatıp durdukları "aşk" sanki..kimseye itiraz edip "hayır aşk şöyle bir şey" diyecek gücüm/enerjim yok çünkü bir yandan umurumda değil, öte yandan aşk denen şeyin varlığından emin değilim ve son olarak herkesin kendi kafasındaki kavrama uydurarak tanımladığı bir duygu için ortak bir platform bulma çabasını manasız buluyorum. "kavuşamayınca aşk olur"muş öyle diyorlar. ozaman olmasın demek istiyorum ben buna karşılık olarak.. velhasıl, o insanların birbirlerini onca sevmelerine rağmen dönüp aramamalarını, pılı pırtı toplayıp şehir değiştirmelerini, yıllar sonra tekrar karşılaştıklarında hala onca seviyor ve istiyor olmalarını ve buna rağmen yine hiçbir şey söylememelerini/yapmamalarını "mal"ca buldum en açık tabiri ile.. içerisinde bulunmakta olduğum "ne lüzumu var şu ölümlü dünyada" ruh hali ve bu halin getirmiş olduğu "ömür bir gündür o da bugündür" fikrine yanaşık düzen gitmeye çabalamanın sonucu gerçekten hiç haz etmedim yaptıklarından, durduklarından, baktıklarından. en sonunda bende "ee" kaldı..

onun yerine şunu düşünmeyi tercih ediyorum.. iyiki kimseleri dinlememişim, onca şeyi riske etmişim, para yok pul yoklara aldırmayıp "ödenir nasolsa" demişim, iyi ki gelmişim, görmüşüm, sevmişim, her fırsatta ama gerçekten her fırsatta ve hatta fırsat olmadığında bile yanındaymışım.. iyi ki.. geriye dönüp sana baktığımda çoğunlukla "iyi ki" diyor olmak beni gerçekten mutlu ediyor. iyi ki tanımışım, sevmişim, bu kadar yakınıma almışım, bunları yaşamışım..

sabah şunu düşündüm, "bu kadar mutluluk kesin bize fazladır" kafası bende mutluyken de vardı, sonra üzülünce düşünmeye başlamadım bunu. ve bu sebeple çok iyi hatırlıyorum ki inanılmaz bir sıklıkla kendime bakıp nasıl güldüğümü, ne kadar mutlu olduğumu gördükçe "şükür allahım" dedim, elimden almasın diye.. gücüne gitmesin, devamına müsade etsin diye kendimce bir pazarlık yöntemiydi bu.. teşekkür ettim o an henüz geçmemişken.. "seni sadece başım dardayken hatırlamıyorum, bak iyi zamanımda da teşekkür etmesini biliyorum, sen de bunun karşılığında bunun sürmesine müsade et" deme yöntemimdi.. sonucu konusunda konuşmak istemiyorum, benim sınırlı pazarlık zihniyetimin yeterli olmadığı ortaya çıktı.. inancım yerinden oynadı elbette, bana mahsus yapılan bir hareket olduğunu, mutlu olmaya hakkım olmadığını, 15 senedir tekrar etmekte olduğum "eğri başlayan çizgi doğru gitmez" lafının ispatı olduğunu söyledim..

yaşıyorum, hayat devam ediyor, içerisinde sen var mısın yok musun tam olarak belli değil. senin kadar sık hatırladığım bir yaşayan yok, yokluğun kadar sık hissettiğim bir başka his de.. azalmasına müsade etmiyor, kendi yaramı kendim kanatıyor değilim. aksine, benden etrafımdaki herkesin büyük bir sürat içerisinde gerçekleşmesini beklediği gibi, işe gidiyorum, eve gidiyorum, normal görünüyorum, survive ediyorum. gülüyorum, dışarı çıkıyorum, "nasılsın"lara "iyiyim, sen nasılsın?" diyorum. "içim kan ağlıyor hala, ben de ölmek istiyorum" demekten daha sağlıklı, daha inandırıcı ve daha tatmin edici buluyorlar bu tavrı. az konuşuyorum, az görüşüyorum, az anlatıyorum. akşam yatağıma yattığımda yorganı kafamın üstüne çekip seni ne kadar özlediğimi kendime anlatıyorum, ağladığımı kimsenin görmemesini garanti altına alıyorum. zaman zaman durduk yere dolan gözlerim için bir açıklama yapmak zorunda kalmamak amacıyla kaçıyorum. yaşıyorum. bu hayatın kalanının bu şekilde geçeceğini kabul ettim. "canım" dediğimde "canım" diyecek sesinin artık hiç bir zaman olmayacağını kabul ettim. kabul etmem gereken her şeyi kabul ettim diyebilirim, "gerçek" adını verdikleri her şeyi. bunun neden sana ya da bize olduğunu sorgulamayı da bıraktım. arkandan "peki ya ben?" ya da "şimdi ben sensiz.." şeklinde cümleler kuran insanlara sinirlenmeyi bile bıraktım. ilk başlarda senin etrafındaki insanların hayatlarına bu kadar hızlı devam edebilmelerine, facebook'ta bir şeyler yazıp sonuna gülen suratlar koyabilmelerine bile sinirlenirken, sinirlenmeyi bıraktım. hayal ettiklerimizi, yarım kalanları, yapamadıklarımızı hala düşünüyorum elbette ama "kısmet değilmiş" demeyi öğrendim..

en içime sindiremediğim, beni en çok üzen sanırım, hayatımın başka hiç bir döneminde, başka hiç kimsenin yanında, gerçekten hiç hissetmediğim o yakıcı mutluluk hissini yaşamış ve bir daha yaşamayacağını biliyor olmak. buna kimse inanmak istemiyor, bilemezsin diyorlar bana, ya da yerine muadil mutluluklar olduğunu söylüyorlar ama anlatamıyorum bunun öyle bir şey olmadığını.. bir söz vardı "never the time, place and the loved one together" diye, onu yalanlar gibiydi işte, her şey tamamdı, time-place ve loved one..

my loved one..

seni çok özlüyorum.

19 Kasım 2008 Çarşamba

ne tuhaf şimdi..

varlığına alışmak ne kolay olmuştu, yokluğuna alışmak da bir okadar zor oluyor..

çok zaman önce dediğim gibi, alışkanlık keşke edinildiği hızla kaybedilebilseydi.

bugün 8. gün, bir manası yok gün saymanın, eksilen bir sayma değilse bu..
"8 gün kaldı" demek isterdim elbette, seni yeniden görmeye, oysa şimdi sonsuza doğru uzayan bir süreye artarak giden bir özlemi sayıyorum sadece..

dün gece, biliyorsun, bekledim yine, gelmedin. oysa eskiden sana "rüyama gel de sarılayım sana" dediğimde, geliyordun. evine geldim, odana girdim çıktım, senin sokaklarında, senin köpeğinle, seni aradım, yoktun canım. hiç bir yerde bulamadım.

karanlığa açtım gözlerimi, içleri su ile doldu yine, gökyüzüne dikilip beklediler sabahı, merak ettim acaba bana kızgın mısın ondan mı gelmiyorsun diye..

rüyalar, özlem gidermek için bir yoldu bir zaman, şimdi emin de değilim esasen, görsem daha mı çok özlerim seni..

bu bayan vokal diyor ki, sil baştan başlamak gerek bazen, bir de formülünü verse, nasıl oluyormuş sil baştan başlamak, her şeyi unutmak, sil baştan sevmek falan, ne ile yapılıyormuş.

bu hafızanın yüreğime koyduğu yükü, biri kaldırsın.

bir ameliyata ihtiyacım var. çok uzun bir ameliyata. beynimi alsınlar ya da kalbimi, eminim benden daha mutlu bir şekilde kullanacak birileri vardır her ikisini de..

o adam da soruyordu ya, benim de aklıma o takılıyor ama,
kalp nakli yaptıranlar, aşkları da devralır mı acaba?
benim kalbimi alan olsa, aynı yürek ağrısını,
çeker mi acaba?

seni rahatsız etmek istemiyorum, uykudaysan şimdi, uyanacaksan bir gün, dedikleri gibi bir hayal değilse eğer bir gün bir yerde yeniden bir araya gelmek, beklediğin süreyi rahat geçirmen için, inan her gün defalarca kere yakarıyorum tanrıya. kendim için değil mesela, acımı azaltması, sabır vermesi, beni iyi etmesi için değilde, seni orada, şimdi olduğun yerde, toprağın altında ya da göğün kaçıncı katındaysan oralarda, sıcak tutması, huzur vermesi, mutlu etmesi için, inan her gün konuşuyorum onunla..

18 Kasım 2008 Salı

el gibi

Ne bir ses ne de haber
gelmiyor artık senden
Öylece kala kaldım da
deli hasretinle ben
Bir yabancı selamı ile hüzünlere daldım
Kendi ellerimle ben
Beni kederlere saldım
Sonunda bir oyuncak
kara sevda aldım senden
Yani değişmedim hala
öyle biraz çocuk kaldım

Yok öyle el gibi durma gül biraz
Sana gülmeler yaraşır
Yok öyle güz gibi soğuk olma
Güz ayrılık taşır

14 Kasım 2008 Cuma

bleeding heart

We met for a moment and then it's goodbye
but I just lived a lifetime with you in my mind
what would it be to live in your world
if you were my boy and I was your girl

it's crazy this spell you have me under
I know it can't be but I'll always wonder
what would my life be living in your arms
I feel I'll never know
and what would you say
if I were to stay
and just go your way

this is where you lose your mind
and just let your heart unwind
you're blind don't lose control
you're mind don't lose it all

we meet for a moment and then it's goodbye
but I just lived a lifetime with you in my mind
what would it be to live in your world
if you were my boy and i was your girl

it's crazy this spell you have me under
I know it can't be but I'll always wonder
what would my life be living in your arms
I feel I'll never know
and what would you say
if I were to stay
and just go your way

Could you fill in the blanks in my story
tell me what I'm missing what you could be for me
what would I find if I followed your path
all the things I long for that I've never had
it's crazy this spell you have me under
I know it can't be but I'll always wonder
what would my life be living in your arms
I feel I'll never know
and what would you say
if I were to stay
and just go your way

12 Kasım 2008 Çarşamba

sabah 6:30da gözlerimi açtığımda aklımdan ilk geçen şey adın oldu. adın. onların bildiği ve söylediği değil, benim bilip seni hep çağırdığım adın. adın içimden geçtiği an ile gözümden ilk damla yaşın akması arasındaki sürenin hızı karşısında ben bile şaşırdım. sanki uyurken bile seni düşündüm, uyandığımda ise sadece kaldığım yerden devam ettim. nefes alamadım, dışarı kaçtım, paşayla yürüdüm. düşündüm. ellerim üşüyor diye şikayet ederek yine de bir yandan da sesini duymak isteyerek sabahın kör vaktinde yaptığımız o komik konuşmaları düşünürken bir kere daha arasam dedim, açar mı acaba.. bir kere daha sesini duysam ne değişecek hiç bilemeden yine de bu sabit fikre kapılıp telefona bakarak ağlayarak yürüdüm bir süre. sonra elimi yüzümü yıkadım. yeniden ağladım. yeniden yıkadım yüzümü..

bir defter açtım, sana mektup yazayım diye, kaderin güzel cilveleri hareket yapmayı sürdürdü, açtığım sayfadan bana dalga geçerek "al defterinin arasında kurutursun" diye güle güle arkandan çıkarıp verdiğin o küçücük ve kıpkırmızı gonca çıktı. bu nostaljik ve şık hareketini yaptığında, gülmüştüm yine bi dolu. bu sabahsa o gülü verdiğinde üzerinde denize bakarak sallanmakta olduğum demir salıncağın telleri göğüs kafesime saplandı. bakakaldım. o zaman da bakakalmıştım zaten. dikenleri bile ayıklanmış olarak bana uzattığın goncayı ne ara bulup kopardığını, ne zaman dikenlerini temizleyip arkana sakladığını anlayamamıştım. ve bunca zamandır, onun orada bir yerde durduğunu bile unutmuştum. bu sabah tekrar karşıma çıkması sanki sen bu sabah bana onu uzatmışsın gibi hissettirdi bana. seni yeniden sevdim, beni yeniden sevdiğini bildim ona bakarken. ve seni ne çok özlediğim hissi dünkü "taş"ın yerini aldı..

bugün annenle konuşmam lazım, ablanla konuşmam lazım, ağlamamayı başarmam lazım.. tüm bunların nasıl olacağını bilmiyorum. iş yeri tuvaletinde karanlıkta oturup ağlarken, nefesim kesilip kesilip geri gelirken, nasıl atlatabileceğimi, aklımdan bir kaç saniye bile olsa seni nasıl çıkarabileceğimi bilmiyorum.

beni bu kadar zor bir şeyde tek başıma bırakmış olmanı, yanımda olup bana destek olmamanı anlayamıyorum..

şimdi böyle her şey çok zor, hiç bitmeyecek, hiç geçmeyecek gibi öte yandan evet hiç bitmeyecek ve hiç geçmeyecek çünkü sen bir daha asla olmayacaksın. hiç bir zaman..

az gelmiş anestezi

içim boşaldı, bomboş kaldı, ne üzüntü ne bir his, sadece sessizlik var. ara ara aklıma gelen artık olmayacağın gerçeği aynı hızla kafamdan uzaklaşıyor. bu idrak etmem gereken gerçek her sabah uykumdan uyandığımda yepyeni gibi beni bulacak biliyorum. bunun gerçekten gerçek olduğunu anlamak bir güne, şimdi orada olan ve ağlayarak acı çektiğini söyleyenler gibi sadece bu güne mahsus değil benim hayatımda. olması da gerekmiyor aslında. b.nin söylediği gibi acımı diğer insanlar gibi çekmem, yasımı başkaları gibi tutmam gerekmiyor, ağlamam, bağırmam sonra da unutmam gerekmiyor. sana olan kızgınlığım buluyor bazen beni, beni bu kadar üzdüğün için sana olan hırsım, tüm bunları yaparken beni hiç düşünmemiş olman gerçeği beni sinirlendiriyor. bu da saçmalık biliyorum. sana kızmam bu saatten sonra saçmalık sadece ama geliyor işte içime. duygularım benden bağımsız bir bedenin içerisinde değişiyor sürekli. anlayamadığım bir hızla değişiyor. sonra hepsi geçiyor, bomboş bir meydan gibi duruyor, rüzgarlar esiyor ama fırtına hiç çıkmıyor. sadece rüzgar. sesini bile duyabiliyorum acımın ve konuştuğumuz gibi bunu anlatmaya çalışmak çok nafile kalıyor. göğsümde hissediyorum bir taş gibi oturuyor. göğüs kafesimde kocaman bir taş var, her nefes aldığımda daha da büyüyor. sonsuz bir uykuya yatıp rüyasız uyumak istiyorum. senin gibi aslında. tam da şimdi senin yaptığın gibi uyumak, uyanmamak öyle güzel geliyor ki içime. okadar yorgun hissediyorum ki kendimi, bir yandan da az gelmiş anestezi altında gibiyim. her şeyi duyabiliyorum, anlayabiliyorum da ama müdahale edemiyorum. sanırım şu anda her şeyi en iyi bu açıklıyor. hissetmiyorum, konuşamıyorum ama duyabiliyorum ve anlayabiliyorum.

11 Kasım 2008 Salı

bunun doğru olduğuna inanmam gerekiyor şimdi. bana "o öldü" diyorlar. ölmüşsün. doğruymuş. bildiğim bütün numaraları arayıp tekrar soruyorum, aradıklarımı bir daha arıyorum, tekrar soruyorum. bunu biliyorum, önce inanmazmış insan, sonra isyan edermiş sonra da eğer mümkünse kabul edermiş. bunu kabul etmem gerekicekmiş benim. öldüğünü. bir daha yazarsam belki inanırım diyorum, inanmak, ölmüş olabileceğine, sanki hiç ölmez gibi duran bedeninin belki bugün belki yarın toprak altında olacağına, bir daha sesini hiç duymayacağıma. dün akşam son söylediğin sözün "seni seviyorum" olduğunu hatırlamamaya alışmam gerekecek şimdi benim. hayatıma devam etmem, benim yüzümden olmadığına inanmam gerekecek. seni özlemeden yaşamam, yaşanan her şeyi unutmam, hayatıma kaldığım yerden devam edebilecek gücü bulmam, tüm yaşadıklarımızı unutmam gerekecek. oysa okadar güçsüzüm ki tüm bunlar için, okadar hazırlıksızım ki..dün akşam sana açmayı düşündüğüm telefonu açmadığım için, atmayı düşündüğüm mesajı atmadığım için kendimi affetmem gerekecek. günlerdir bakmadığım telefonlarını, cevaplamadığım mesajlarını unutmam gerekecek.. insan nasıl da kendini düşünüyor değil mi? oysa ölen sensin, hayatta olan ise ben.. yine de kendimi düşünüyorum ve ne kadar zor olduğunu, benim için her şeyin ne kadar kötü olduğunu anlatmaya çalışıyorum. oysa sensin ölen. bütün hayallerini kaybeden, geri kalanını yaşamayacak olan sensin. bir daha asla yürümeyeceğimiz bütün sokakların yükü yüreğime biniyor, bacaklarım ağrıyor, gözlerim ağrıyor, kalbim, içim, bütün organlarım ayrı ayrı ve hep birlikte ağrıyor. ağrıyorum. ağlamak hafifletmiyor ağrımı, yıllar boyu hiç susmadan ağlamayı başarsam bile hafifletmeyecek gibi geliyor. oysa zamanlar geçtikçe acılar hafifliyor değil mi.. hayatımdan bir yer, bir bölge, kalbimin en sevdiklerim yerinden bir parça kopuyor. kopan parçadan akan kanlar bulaşıyor eteklerime. beni gördüğünde gülen yüzün gözümün önüne geliyor. seni ilk gördüğüm günden itibaren her gülüşün, bakışın gözümün önüne geliyor. susmak istiyorum ama içim susmuyor. ne yaşadığımı yine kelimeler ile anlatmaya çalışıyorum, yine yazmaya sığınmaya çalışıyorum sadece delirmemek için ama belki de ben böyle deliriyorum, içimdeki delilik akıyor parmaklarımdan, senin yerinde ben olmak istiyorum, senin benden daha iyi olduğunu düşünüyorum ve hemen ardından canın acıdı mı, neler hissettin, şimdi iyi misin soruları geliyor aklıma. aslına bakarsan hala inanamıyorum, beni inandırabilecek tek şeyin senin şimdiye çoktan soğumuş olduğunu bildiğim bedenin olduğunu biliyorum ve onu görmeye gücüm yok, gerçekten inanmaya gücüm yok, buna inanmadan, sanki küsmüşüz, sanki günlerdir konuşmadığımız gibi bugün de konuşmuyormuşuz gibi davranmak istiyorum. sana telefon açıp beni bu kadar üzdüğün için seni hayatım boyunca affetmeyeceğimi bağırmak istiyorum. dün akşam "beni bir daha üzersen seninle hayat boyu konuşmam" diyecektim, şimdi hayatın boyunca üzebileceğinden fazla üzmüşken, geri gelsen, hemen affedicem aslında, unutucam, özür dilicem, özür dilerim, çok özür dilerim, yalvarırım ölmemiş ol sen, şaka yapıyor olsunlar bana, hayatımın en kötü şakasının içerisindeyim şu anda, ama geri gelirsen buna bile gülücem. ne diyebileceğimi bilmiyorum. acımı anlatmaya çalıştıkça ucuzlamaktan başka bir işe yaramadığını biliyorum. arabesk cümleler içerisinde acımı pazarlamaya çalışıyor gibiyim. eksiltmeye çalışıyorum sadece. gözlerimden yaş akmasının dışında, fiziksel bir akıntıya ihtiyacım var, süpürecek, unutturacak, hafifletecek, sanki çığlıklar atmışsın gibi rahatlatacak, biraz dindirecek bir şeylere ihtiyacım var. ölmemiş ol ne olur.. yalan olsun yalvarırım. yeniden geldiğimde, yine orada ol, beni bekle..

bir alkol sabahında, akşamdan bile kalamamışken henüz, senden başka kimsem yok aslında demiştim sana. ağlarken gel dediğimde yanıma gelecek, şöyle başımı yasladığım anda, her şey geçiyor hissini bana verecek, yeniden beni mutlu edebilecek senden başka kimsem yok. kabuslarımı elinin tersiyle silebilen, içime huzur veren, o belki de çocukluk kadar eski bir zamana ait, çocukça ve saf huzuru, kirlenmemişlik hissini veren senden başka kimsem yok.. ben ağlamıştım, sen ağlamak üzereydin ama onun yerine " burdayım" demiştin. ordaydın gerçekten. hem de okadar uzun zamandır ordaydın ki.. gülerek saatlerce konuştuğumuz günlerimiz.. senin odanda duran, her defasında bakarken "ne kadar çok gülüyoruz" dediğimiz fotoğraflarımız vardı..
gülüşlerimiz ne kadar uzak şimdi? ne kadar yabancı? kime aitler? gerçek mi bu yalvarırım birisi artık beni arasın ve yalan desin..

fortune cookie

bana dedi ki;

"her kişiye kulağını ver, ancak pek azına sesini"

10 Kasım 2008 Pazartesi

lovely :)

hayatıma 2 önemli şey girdi; bir tanesi diyet ürünlerin kola harici kısmına genelde kıl olsam ve reklamında ayna önünde belini ölçen o K şeklindeki karıdan nefret etsem de Kellogs K bar, diğeri ise NzK. NzK kendisi girmekle kalmayıp bir çok şeyin de girişine sebep oldu hemen. uzundur uzak kalınan alışveriş siteleri, yeni ayakkabı alma trickleri, nerde ucuz, nerde güzel, neler okunmuş, neler kaçırılmış filan.. hayatıma pırıltı soktu bi anda diyebilirim..alacak param olmasa da bakmak bile ruhuma iyi geliyor, manyakça biliyorum..ayrıca onun blog'una bakıp hayıflandım, öyle güzel, iç açıcı, eğlenceli ki, kendi blogumun iç dünyamı yansıtan bu karartıcı havasından sıkılıverdim..hatta onun o mis gibi kokular yayılan parfümlü sayfasından sonra (www.perfumemaniac.blogspot.com) kendime bir tane neden kitap sayfası yapmayayım ki dedim.. bunca kitap okudum, eskiden içlerinden cümleler söyleyip yardıran hafızam ile çalıntıları yakalamakta usta zihnim yaşlılık mıdır nedir, beni yarı yolda bırakmaya da başlamışken, şöyle eski okunmuşlardan bir bir elime alsam, hatırladıklarım, altını çizdiklerim, sevdiklerim, okunsun dediklerim filan, yazsam.. hatta bi tek ben yazmasam, toplu bi yazım alanı olsa ora isteyen olursa.. böle fikirler getirdi işte bana NzK.. bir de "lovely".. koktukça onu hatırlıyorum, çok akıllıcaymış :)))

mutlu etti çocuk beni gelir gelmez, ne güzel. saolsun..

7 Kasım 2008 Cuma

BRAVO..

Antalya Emniyet Müdürlüğü’nde görevli 2 polis, fuhuşta yakalayıp gözaltına aldıkları kadınla emniyet nezarethanesinde grup seks yaparken MOBESE kameraları tarafından görüntülendi. Olayı haber alan Emniyet Müdürü nezarethaneye baskın yaptı. Polis memurları açığa alındı.

KONYAALTI’ndaki bir pansiyona geçtiğimiz pazar günü polis baskın yaptı, bir Türk kadını fuhuştan gözaltına aldı. Sanayi Mahallesi’ndeki Asayiş Şube Müdürlüğü’ne getirilen kadın, ertesi gün adliyeye sevk edilmek üzere 4 katlı binanın zemin katındaki Gözaltı Bürosu’nda nezarethaneye konuldu. Aynı akşam burada nöbetçi olan 7 polisten İ.T. ve M.A., nezarethaneye girerek fuhuşta yakalanan kadına para teklif edip cinsel ilişkiye girdi. Polisler ayrıca kadınla üçlü grup seks yaptı. Nezarethanedeki kameraların sadece binadan izlendiğini, pazar günü de müdürün olmadığını düşünerek rahat hareket eden polislerin grup seksi, kameralar MOBESE sistemine bağlı olduğu için Emniyet Müdürlüğü Haber Merkezi’nde saniye saniye izlenip kaydedildi. Merkezde görevli polislerin durumu amirlerine bildirmeleri üzerine Nöbetçi Emniyet Müdürü nezarethaneye baskın yaptı. Müdür, polisleri grup seks yaparken suçüstü yakaladı. Polis memurları açığa alındı. Ayrıca bölümde görevli 5 polis memuru hakkında da soruşturma açılarak savunmaları alındı.

Müdür: Grup yok taciz var

6 Kasım 2008 Perşembe

pat-etik

insanlar tüm yaptıklarından bir "özür dilerim" ile kurtulabileceğini sanıyor,
hiç olmamış gibi olacak,
bir kere özür dilesek yeter..
nasıl olsa bir şans daha verilecek herkese, nasıl olsa yılların hukuğu yok mu aramızda, nasıl olsa özür dilemedik mi, e anladık işte hatamızı neden affedilmiyoruz ki?

özür dileyen insanların özrünü kabul etmenin onlara yeni bir hata yapmak için bir şans daha vermekten başka bir şey olmadığını söylediğim zaman beni acımasız ve katı bulan ve en sonunda yalnız kalacağımdan emin olan herkesin aslında diğer insanlar ile kendi acz'leri sebebiyle tekrar tekrar biraraya geldiklerini, ve aynı hatayı yapmamaları ile avundukları -yapmazlarsa / avunabilirlerse- insanların başka hatalar yapmaları sonucunda hala şaşırabilmelerini patetik buluyorum.

patetiğin başkanı ben olabilirim ama bu da benim görüşümdür işte.

4 Kasım 2008 Salı

iş yaşantısının insan bünyesi üzerindeki etkisi hk.

bu şeyler beni çok yoruyor..

hiyerarşik düzen denen şey mesela..
kıdem örneğin..
yıllardır çalışmanın verdiği o kendine güven ile zekaya ihtiyaç duymaksızın başarıya sahip olunduğuna dair mevcut yanlış inanış,
para sahibi olmanın hak sahibi olmak anlamına gelmesi,
insanlara dilediğin gibi kötü davranarak stres atabileceğini ve bu konuda da diğer her konuda olduğu gibi haklı olduğunu zannetmek,
ezebileceklerini bu yolla ezerken, ezemediklerine bu hareketin arkasından gülümseyip,haklı olduğuna onay alma amaçlı "ama bunlara da 40 kere söyledim" gibi cümleler kurmak..

çok yorucu..

hayal ettiğim her şeyin çok uzağında.

hep böyle oluyor. çalışmam gerektiği konusundaki ortak kanı sonucu bir işe giriyorum ve aklıma da kalbime de ayrı ayrı iğneler batıyor. kendimi inandırıyorum, yapabileceğime, onların doğru olduğuna, bunun normal olduğuna, inandım sanıyorum ve başlıyorum.
bir süre etrafa bakarak geçiyor zaman, ne olup bittiğini anlama süresi ile, ki bu süre daha uzun olsa bi 3 ay mesela, her şey daha kolay olacakken, 1 ay sonra ben işi öğrenmiş, araziyi tanımış, habitat konusunda fikir sahibi olmuş, genellikle survive edebileceğimi de anlamış ama etmek istememeye de başlamış oluyorum. bu survive etmeme isteğinin içime gelmesi 1 ay sürerken, tüm bunlar yokmuş gibi davranıp, kendinden başkasına fazla da şikayet etmeden dayanma sürecim bulunduğum ortamdaki canlı tülerinin varlığıma müdahalesine bağlı olarak uzayabiliyor ya da kısalabiliyor ama genel olarak 1 ila 3 yıl arasında olduğunu söylemek mümkün.

1. ay bitti, hayırlı olsun..

3 Kasım 2008 Pazartesi

deniz suyu hürmetine..


gece ter içinde uykumdan uyandım.

bir defa.
iki defa.
üç defa.

saçlarımın dibinde biriken ıslaklık, içimde biriken sıkıntının yanında yaz havası gibi kalır.

sorsa birisi, sorun ne? bilmiyorum ki demek lazım yine..
bilmiyorum ki..

bedenimi geri getirirken zorla, aklım başka yerde, kalbim başka yerde, kaç parçayım belli değil, sonra saçlarım ıslanıyor, üşüyorum ama, nasıl anlatmalı ki?
bilmiyorum ki..

kış havasının beni her sene soktuğu ve benim her defasında orjinal bişi yaşıyorum zannetiğim bu buhran haline bu defa kanmasam diyorum, geçici olduğunun bilinci ile yaşasam bi kere de şu duyguları.. ama neden her defasında bu defa gerçek sanıyor insan illa? bu defa geçmeyecek sanıyor?

ya da şöyle mi sormalı; hangisi gerçekten geçici olan?
yaz ile gelen mutluluk mu kış ile gelen bu çocukluk kabusları mı?

bana bir şişe deniz kokusu gönderin,
saç diplerime süreceğim..

bi iç çekiş süresinde..

gittim, geldim, hemen yatağıma girdim, yatak örtüsünü kaldırmadan, onun altına, yorganın altına.. yola bakmadan uyudum eve gelene kadar, yola gelene kadar uçakta, yoldan gelince yatakta, uyudum, yorulmuşum.. beni karşılayacak olan şehrin görüntüsünden, gürültüsünden, soğuğundan, kırmızı ışıklarında duran arabalarından, işten çıkanlardan, eve gidenlerden, benim gibi yoldan gelen ve bıraktığı yerin neşesini üzerinde taşıyanlardan, o neşeyi her defasında geldiğim yerde bırakıp yerine burdan ayrılırken sırtımdan indirdiklerimi yeniden sırtlanmaktan sıkılmışım.. hemen uyudum. ağır, külçe gibi, her defasında gidip döndüğümde olduğu gibi, ertesi sabah uyandığımda bir defa daha "uyanmış" olmanın bilincine erişeceğimi bilerek uyumuşum..sabah uyandığımda hava karanlıktı, ev soğuktu, yüzümü yıkamak için uzandığım musluğun kendisi soğuk, içinden akan su ise buzdu..dün müydü o bacaklarım çıplak gezdiğim, askılı elbisemin içerisinde "gölgede otursak olmaz mı" diye inlediğim gün? dün müydü gerçekten? penye boğazlı kazağımı giydim üzerime, gri tiftik hırkamı, kadife pantalonumu ve botlarımı.. askılı elbisemin hafifliği saçlarımda kalmıştı, ensemden topladım sıkıca, üzerimden güneşim gitti.. güneşim giderken gülüşümü de alıyor yanıma..

çok şanslı olduğumu söylüyorlar bana, kısa süreli onların yorgunluk adını verdiği yolları göze alıp güneşe döndüğüm için yüzümü, ayçiçeği gibi..oysa bu benim bulabildiğim yaşayabilmenin yolu. soluğumu tuttuğum ankara günlerinin ardından bir nefes alımlık süre bu. doyasıya içime çekiyorum bu yüzden, uzun uzun içimde tutuyorum, kendime üflüyorum sonra..

bunu yapmak bana iyi geliyor sanıyorum, gitmek ve gelmek..
yine de alışırım zannetiğim ve bir türlü alışamadığım "ne çabuk bitti", "çok kısa sürdü" ve "neden bitti" hislerinden kurtulamıyorum, gelmeme yakın gözlerim yanmaya başlıyor inceden, burada olduğum saatleri gideceğim için üzülerek geçirmemeliyim diye düşünerek oyalıyorum kendimi, gelince de uyuyorum, hemen.

kendini uykuya sakla, yorganların altına, teninle ısınmış yumuşaklığa sarılıp bekle ya da tenini ısıtan yumuşaklığa :) .. yaz gelince yeniden içinde hissetmeye başladığın şeyin adı sadece sıcaklık değil aynı zamanda mutluluk da oluyor, her defasında..

her defasında bu defa bitmeyecek zannettiğin kış ve beraberinde getirdiği bu karanlık hava, bu iç karartıcı şehir ve çatlayan ellerinin acıması sonunda geçiyor, yaz geliyor..bunu düşünerek yaşarken onun geleceğini unutmamak için yapabildiğim tek şey ise arada bir "kuşları boş vermeyip" kanatlarım olmasa da uçmak :)

"keşke"lerle dolu 2 günün sonunda, yeniden ankara, kapkara, seninki benden kara..