13 Aralık 2011 Salı

duyar gibiyim

evet, duyar gibiyim.
"duyar da ne ola ki" dediğini duyar gibiyim.
gülümseyerek eklemek isterim ki, seni çok özledim sevgili dostum.
bir kere daha "why did you give me so much desire" derken ve kadehimi (bira kutularından kadehlere geçtiğimiz yılı hatırlayamayacak kadar zayıflamış bir hafıza, şişmanlamış bir beden ve incelmiş bir incelik anlayışı ile) bir kere daha kaldırırken bunu yinelemekte hiç bir sakınca görmüyorum, seni çok özledim.


bir günüm bir günümden o kadar farklı ki bu dengesizliğin sebebi ben miyim, başkaları mı ayıramayacak haldeyim. bir gün dağlara taşlara şükrederken diğer gün kafamı kaldırıp gökyüzüne "neden hala burdayım ulan ben" diye aya bağıran benim evet, ancak bunun sebebi de ben miyim?


olabildiğince stabil, alabildiğine sıkıcı, ancak bu sıkıcılığa "normal" adını vermeye başlayabilecek denli yaşlı ve hala her şeyin çok güzel olacağına inanabilecek kadar saf olan benim.
her şey çok güzel oldu.
oldu da ne oldu biri bana söylesin.
tamam işte, oldu.
her şey gerçekten çok güzel oldu.
her şey tam da istediğim gibi, üstelik şaşırtıcı ama tam da benden istenen gibi (tam olmasada tam olamayacağının bilincine varılmış erişkin/yetişkinler olarak en azından buna "tam" demeyi içimize sindirmeyi başarabildiğimizi varsayarak) OLDU..


oysa şimdi içimde yine "başarmadım mı amına koduklarım" deme isteği, bir çığlık atıp kaçma hevesi (zillere basıp kaçar gibi, aynı boş yere salgılanmış adrenalin ve sevinç ile), ve buarada ilkokul sıralarında öğrenmiş olduğumuz istiklal marşımızın en sevdiğim dizesi olan "bendime sığmam taşarım" hissiyatı içerisinde kim bilir kaçıncı sigaramı yakıp söndürürken ve birkaçıncı viskiyi devirirken içimde yine bilmediğim bir şeylere duyulan özlem ile oturuyorum burada.


burada yani en çok olmak istediğim yerde.


marmariste.


kendi evimde.


peki bu arada bir beni yoklayan yabancılık hissi niye?
nereden geldi yine?
benim olan, her şeyiyle bana ait bu yerde bile, kendini kapıya yakın hissetmek niye?
kapıya yakın oturma adetinden mi, asla tamamen biraraya gelemeyen eşyalardan mı, hiç tam açılamamış valizlerden, her şeyiyle tam olduğunda bile gelen bu eksiklik niye?


kaçış planımın son durağındayken bir sonraki otobüsün nereye gidiyor olduğunu, içindeki yolcuların kimler olduğunu, nereden geldiklerini, nereye gittiklerini, gittiklerinde ne yapacaklarını ve benden fazla eğlenip eğlenmeyeceklerini hala merak ediyor olmak niye?


oysa demiştim ki, eğlendik yeterince.
"yeterince"nin son durağında, artık bardağın taşacağı, suyun akacağı, havlu aranıp bulunamayacağı ve muhtemelen su dökülmüş yerlerden çoraplarımın ıslanıp beni isyan ettireceği noktada kesip likit akışını, ne de güzel durmuşken şimdi bu yanıp sönen düğmeler ve bendeki onlara basma isteği niye?


niye niye niye diğe bağıra bağıra ağlayasım var.
evin önündeki limon ağacından sarkmakta olan limonları görüp portakal zannedip yanlarından geçtiğime gülen de bendim oysa bu akşam.
bu hızla hissiyat değiştiren doğada başka bir hayvan yoksa eğer bu benim doğal olmadığım anlamına geliyor ve organik olmayan her şeye karşı durmayı emreden yeni dünya düzeni beni bileyliyor. Bu durumda sivriliyor, keskinleşiyor ve küpüme zarar veriyorum elbette. ne deniyordu böyle benzetmelere? bilmiyorum, hatırlamıyorum.
hatırlamamaklarda tam yanına uzanıyorum.


çok yalnızım be günlük diyeceğim geliyor ama dörtyüzseksenbilmemkaç yazı sonrasında günlük yüzüme tükürüp "daha ne istiyorsun ulan" der diye korkuyorum.
istiyorum, istediklerimin hepsine sahip oluyorum ve akabinde derhal bir neden ben buna sahibim galiba lanetliyim hissi uyanıyor. uyuyor sonra.


ben de uyusam ne güzel olur aslında ama uyuyamıyorum. onun yerine eski bir alışkanlık ve bildiğimiz akışkanlık ile viski bardağa doluyor, bir sigara daha yanıyor.


diğer yandan sırtım ağrıyor, boynum ağrıyor, ara ara midem ağrıyor, annem "stresten" diyor.
ne stresi bilemiyorum.
bulamıyorum.
neyin derdi gene beni gerdi gerçekten bende çok merak ediyorum.


kendimden kurtulmayı çok isterdim.
diğerleri gibi evlenip mutlu bir yuva kurmak benim için artık bir saksağan olup yuva kurmak kadar uzak bir ihtimal gibi geliyor. üstelik bir saksağan olmayı başarsam ve bir yuva kursam bile onu gagalaya gagalaya bozarım gibi geliyor.


olmaz olası diyorsun ya bana, tam da aslında anlatmak istediklerimi özetliyor. yani bu kadar uzun yazmamın hiç bir anlamı yok, iki kelime her şeyi anlatıyor. olmaz olası.


çok yoruldum lan. gerçekten çok yoruldum.
içim yoruldu başka nasıl anlatılır bilmiyorum, anlatmama gerek olmadığını, sadece bu kadarıyla sayfalarca anlatabileceğimden fazlasını anladığını biliyorum. en azından bir kişinin bir cümle ile, yarım cümle ile, bir kelime ile, bazen bir harf ile bile beni anlayabileceğini biliyorum. yazının başında söylediğim "why did you give me so much desire" ile nereye gittiğimi, nereden geldiğimi, ne yöne baktığımı ve neden yazdığımı anlayabilen en azından bir kişi olduğunu ve "en az bir" dediğimin ne kadar "en çok" olduğunu anlayabilen biri olduğunu biliyorum.


liseden beri ne zaman bir şeyi sana yazsam aşk mektubuna dönüşüveriyor.
annen okusa muhtemelen "siz hala mı aşıksınız" der diye düşünüyorum.
aramızdaki "şey"e en yakın bulunan ismin aşk olduğunu ama bunun asla aşk kadar uçar kaçar bir his olmadığını biliyorum.


çok uzun zamandır sana yazmamıştım, o yüzden şimdi arada geçen zamanı kapatıyorum sevgili dostum.


lazım olursa karaciğerimi paylaşabiliriz.
seni seviyorum.

16 Ekim 2011 Pazar

Evimi özledim :(

İstanbul

Marmaris'ten sonra gözüme ne kadar çirkin göründün bir bilsen!
Üstelik kapalı ve karanlık bir hava ve buz gibi bir soğukla karşıladın bizi..
Sanırım beni tek heyecanlandiran Starbucks ve Çin yemeği ihtimali..

24 Eylül 2011 Cumartesi

müzik ruhun gıdasıdır ve ben bir bokboğazım

Sabah kalkıp camı açıyorum, geceden çiğ yağıyor buaralar ve böylece sabah kalkınca içeri mis gibi bir orman kokusu doluyor. çiğ kokusu, toprak kokusu, serinlik.. gündüzleri yine yaz o yüzden sabah erkenden kalkmayı çok seviyorum. kocaman bir bardak filtre kahve yaptım, bütün evi saran filtre kahve kokusuna ayrıca hastayım. ve sonra müzik açayım dedim, şu digiturk'un akvaryumlu kanallarından bir tanesine bakayım derken "jazz" gördüm ve "olur" dedim, tam da sabaha uygun..

sonra g. geldi aklıma, aslında kahveyi yaparken de gelmişti ama jazz açmaya kalkınca "yaşlandık lan" dediğini anımsadım. daha evvel yani ortaokul ve lise yıllarında jazz dinlemeye başlamış arkadaşlarımız vardı. şaşkınlıkla izlerdim kendilerini, hatta meraktan bir kaç teşebbüsüm de olmuştu ama akabinde "ne buluyorlar lan bunda, ben de bir eksiklik var garanti" dediğimi de hatırlıyorum. şimdi o eksikliğin ne olduğunu anlıyorum işte: yaş. onlarınsa ya evlerinde jazz dineyen büyüklerinden gelme bir kulak alışkanlığı ya da bu müziğe "tahammül" etmelerine sebep olabilecek kadar özentileri olduğunu düşünüyorum.

bizim evde ne klasik müzik ne jazz dinleyen yoktu mesela. annem ve babamın beraber olduğu zamanları hayal meyal hatırlıyorum ama evde ya da arabada çalan müziklerden aklımda kalan "sezen aksu 88" albümü, kayahan falan. babamın ilhan irem'in bir albümüne bir de "odalarda ışıksızım" diyen kayahan şarkısına ve Alpay'ın "Eylül'de gel" albümüne çok taktığını hatırlıyorum (o albümü yakın zamanda indirip tekrar dinlemişliğim de var). daha eski yıllardan kalma bir ibrahim tatlıses kasedi "dom dom kurşunu" ile uzun bir seyahat de aklımda kalacak kadar kötüymüş sanırım :)

halalarım daha güzel şeyler dinliyordu, yeni türkü ve "yeşilmişik" ile tanışmam onların sayesinde oldu nitekim.

en sevdiğim müziklerle karşılaşmam ise orta 1 yani 11-12 yaşlarıma denk geliyor. M.'nin evde dinlediği müzikler bambaşkaydı. Bir kere en başta Pink Floyd 45'likleri vardı, Michael Jackson, Madonna, Boney M, Elton John, Pet Shop Boys, Rolling Stones ve tanıştırıldığıma çok memnun olduğum ama adını yazarken hala güçlük çektiğim Georges Moustaki gibi bir sürü isim hayatıma girdi. Hepsini çok seviyordum ama hiç bir zaman tek bir şeyi sevemiyordum. Yani tek bir müzik türünün takipçisi ve hatta fanatiği arkadaşlardan biri hayatımda olamadım. Sahip olduğum müzik listeleri g. ve benzeri kendi standartlarını belirleme enstitüsüne sahip ve ancak bu standartın üzerindeki müziklere dayanabilen kulaklar yerine, her duyduğu nakaratı aklına takan ve asla shuffle'da müzik dinleyemeyen bir insan oldum. çünkü m.'den o müzikler gelirken bir yandan da babamın kasetleri içerisinden ahmet kaya gibi hayatımda ciddi anlamda yer tutmuş adamlar, orhan gencebay, cengiz kurtoğlu falan çıkıyordu ve ben onları da sevmiştim. 80lerin başından (belki biraz daha önceside vardır) kalma ajda, nükhet duru, nilüfer albümleri çıkıyordu evden. ne bulsam dinliyordum bende. bir tek metal sevmemiştim (o dönem acid diye de bir moda olduğunu ve evde "pump up the jam" diye tepindiğimi de üzülerek hatırlar gibiyim) ancak metal içinden bile populist olanları seviyordum. işte bu nedenle asla shuffle yapamayan bir insanım..

Ortaokul sıralarında Sin ve ablaları vardı müzik hayatımın merkezinde. Yeni Türkü en sevdiklerimizin başındaydı, arkasından Ahmet Kaya geliyordu, canım "sol" çekiyordu öyleki işin sonu Grup Yorum dinlemeye ve "şu metrisin önü bir uzun alan" derken kasedi babam tarafından arabanın camından fırlatılan Ali Asker'e kadar varmıştı. Babam kasedi camdan atınca solcu olmaktan da vazgeçtim zaten.. Sadece kasedi attığı için değil, "solcu" diye bir şey olmadığına, sadece insan olmak gerektiğine, sağ sol diye bir şey olmayıp yalnız "çıkar" olduğuna, eski solcuların şimdi bardak olduklarına dair güzel bir konuşma ve "yemediğin bokun hatırı kaldı, bir de solcu ol başıma hapse falan da gir" demesinin de etkisi oldu sanırım :)

G. ile tanışmam ise müzik dünyama çığır açtı diyebilirim. Gerçekten diyebilirim çünkü bana ozamana kadar hiç duymadığım çok güzel müzikler dinletmeye başladı, ilki de Radiohead'di. Lise 1e gidiyorduk ve yatağının yanında (kenarları beyaz kütüphane, ortasında kocaman bir yastık duran yatağı olan odada) yere çökmüş teybi durdurup başa sarıp şarkı sözlerini çıkartmaya çalışıyorduk.. Hala da aynı şekilde devam ediyor, ben ona bir çok yılda bir karşımıza çıkan "çok güzel Türkçe şarkı"ları veriyorum o da bana bir sürü bir sürü müzik..

Müzik alışverişi çok eğlenceli ve bir dönem çok yaygın yürütebildiğimiz bir şeydi. Şöyleki youtube saolsun, her gittiğimiz evde kendi dinlediğimiz, dinletildiğimiz ama kimsenin henüz haberi olmayan müzikleri birbirimize gösterdik ve bunun yaygınlaşması sonucu müthiş güzel şeylerle karşılaştık. Bu işin başında S. geliyordu. O dönemin sonucunda elimde 55GB müzik kaldı. Fatima Spar und die Freedom Fries, Jehan Barbur gibi çok severek çok uzun süre dinlediğim müziklerin yanında biraz klasik müzik, bolca Jazz'ı aşılayan da o oldu aslında. Müziğin aşılanan bişey olduğuna gerçekten inanıyorum, belki S.'nin çocuğu olsam ortaokul - lise zamanında bende şimdi bile anlayamadığım o çocuklardan biri olabilirdim..

Şimdi düşünüyorum da en baba müzik arşivlerinden birine sahip olan (ki bahsettiğim dönem henüz evlerde internet yoktu), en çok CD alabilecek parası olan ve bunun sonucunda en büyük boy "CD case"leri ağzına kadar dolduran E.'nin bir kuruşluk faydası olmadığını anlıyorum. Enteresan. Birlikte olduğum insanların en kısa süre görüştüklerimden bile hemen hepsinden en az bir-iki şarkı almışken, ondan hiçbir şey kalmaması gerçekten tuhaf. Belki bir Charlie Haden..
Ve artık facebook var. Video çöplüğü haline geldi ve herkes dinlediği müziği ya da ilginç gördüğü video'yu paylaşıyor. Bir tanesine bile tıklamıyorum. Canım değişik bir şeyler dinlemek istediğinde G.'nin profilini açıyorum ve onunkileri sırayla dinlemeye başlıyorum. Uzaktan destek operatörü gibi beni hala kurtarmaya devam ediyor..
 
Ve dahada düşününce hemen herkesin bana en az bir müzik upload ettiğini anlıyorum..
Velhasıl, bu jazz dolu sabahta müzik konusunda tam bir bok boğaz olduğum sonucuna varabiliyorum..

Geçen sene bir müzik öğretmenine gittim. Amacım klarnet çalmayı öğrenmekti ama onun hocası çok para istedi. Bende illa bir şey çalma derdinde olduğumdan ne yapabilirim diye müzik hocasıyla konuştum, bana türkçe müzik ya da arabesk dinliyorsam bunun kulağımda kalıcı hasara sebep olacağını ve iyi ses ile kötü sesi ayıramaz haline geleceğimi söyledi. Elbette ondan ders almadım.. Hala da "Gözümde canlanır koskoca mazi,
Sevdiğim nerede ben neredeyim" veya "Duvardaki resminle avunur gönlüm" diye başlayan, "beni benden alırsan seni sana bırakmam" diye devam eden ağzına kadar arabesk gecelerim de var, "Neşem yok annem o düğüne gelmem" diye göbek atan güllü ile oynamışlığım da..Jazz dolu kahve kokulu Pazar sabahlarım da..
 
Bokboğaz derken abartmıyorum yani..
Yeterki gönüller bir olsun!


7 Eylül 2011 Çarşamba

tam olarak ne yapacağımı bilemez bir kıvamdayım, içim sıkılıyor.
vicdan içimden söküp atmak istediğim bir histir a dostlar. gerçekten vicdansız, hain yani dışarıdan bana bakanların "domuz gibisin" demesine yaraşır bir şekilde en az bir domuz kadar domuz gibi olabilmek istiyorum. en sonunda olacağıma da inanıyorum, yapıcam bunu. şu kalbimi biraz daha siksinler ondan sonra kesin her şey yoluna girecek.

annemin beni, dünyayı bana daha da dar etmek için dünyaya getirmemiş olduğuna bütün iyi niyetim ile inanmak istiyorum ki kendi beyanını esas alırsak aslında yaşamayı benim için kolaylaştırmaya çalışıyor. peki ozaman şimdi benim içim neden bu kadar sıkılıyor? yağlanıp götüne girsem fayda etmeyecek bir aileye sahip olmak bir tek benim sorunum değil, yıllardır benzeri mağdurlar var etrafta, kör değilim ama bu hafifletici bir etken olmuyor. ne yapsam olmuyor diye bağırasım var ama hayvan gibi öksürüyorum ve sesim kısık. içimden bağırıyorum bende.

aha bak huzurum püf diye uçtu gitti, bu sıkıntı da böyle kalır şimdi içimde, hep böyle olmuyor mu zaten? benim bir suçum olmadığından emin olmama, hatta bir kaç gün öncesine kadar deli gibi sinirli olmama rağmen şimdi sinirim geçti ve aslında ne boş bişey için kavga ettik diye kendimi yiyorum, o ise olanca umursamazlığı ile hala bana it gibi davranıyor. peki ben benim için çekilmemiş olan vicdan azabını hem anama hem babama neden hissediyorum? kalbimi sikeyim a dostlar diyerek kendimi tekrar etmemi mazur görün, maruz kalın veya, veya bu konuyu burda kapatabiliriz isterseniz.

2012 yılında kıyametin kopacağına inanan insanlardan biriyim. maya takvimi ya da herhangi bir örgüt ile bağlantısı yok bu inancımın, sadece haberleri izleyerek vardım bu kanaate. kıyamet diye bir şey olmayabilir, belki böyle paket lastiği gibi gerile gerile çaat diye kopmaya da bilir ama elbet bu dünya da kendi pisliğinden arınmak için şöööyle bir gerinip bizi tükürecektir. insanlığın gittikçe balgama benzemekte olduğunu fark etmediğinizi söylemeyin. ve bence çok az kaldı. biraz daha çabuk olsa daha iyi bile olur.

3 Eylül 2011 Cumartesi

ultimate fake

ölsem de ruhum huzura ermeyecek hissine kapıldığınız oluyor mu? hoşgeldiniz.
komşunuz sinem camdan bağırıyor (komşumuz mehmet'in yatak odasından seslenmesinin aksine bu bağırışımın zevkle değil bilakis acı ile alakası var malesef..) komşunuz sinem camdan neden bağırıyor? çünkü oturduğu sitede hayvan beslenmesine izin vermeyen zihniyet, çocukların şirin, sevilesi ve zararsız olduğuna inanıyor. oysa elimde bir tılsımlı sopa olsa o çocukları derhal birer kediye çevirirdim. herkes kendi çocuğunu süpürse diyeceğim geliyor ama herkes kendi kalbinin içini süpürse demek daha doğru bence. ne pis kalpliymişsiniz yahu.. üstelik bir de ürüyorsunuz.

az evvel ekşi sözlük'te "sevgilinin doğru kişi olmadığını anladığınız an" diye bir başlık okudum. altına da sayfalarca yazı yazmışlar. görür görmez şunu düşündüm "kendimin sevgiliye uygun olmadığını anladığım an'lar". ne güzel bir kendine güven oysa bu, sevgili doğru kişi değil, doğru kişi benim. maşallah ozaman sana, ne güzel. ozaman sevgiliye ihtiyacın yok, go fuck yourself anacım elalemin bozuklarını düzeltmekle ne uğraşıyosunki. benim de kendime güvensizliğime gel.. doğru olmayan mutlaka benimdir diye öyle sindirmişim ki içime, bu sevgiliye uygun değilim ben diyip çekiliveriyorum kenara. sorun sende değil bende yani, mutlaka öyle. ve gerçekten de öyle. nerde iyi kalpli, işinde gücünde, evinde barkında, kendi halinde, normal insan görsem derhal sıkılıveriyorum. hadi bir gün sıkılmadım diyelim, ozaman öbür gün sıkılıyorum. çünkü monoton dediğimiz şey kafama "onu tanı, içine düşünce koştur" sözleri ile yerleşmiş durumda. ha ben 24 saat parti insanları ile mi takılıyorum? hayır. ama arızası baki adam gönlümü hoş ediyor ne diyeyim. mutlaka bir yerinden bir çatlak, sızıntı en kötü kabarmış boya olacak ki bileceğim içerden de olsa bi kaçak var. kimi içinden kesik, kimi dışından ama gerçekten yürekten severek tahammül edebildiklerim bu insanlar. çünkü beni onlar anlıyorlar, çünkü aynı anda aynı yöne bakarak gülmeye başlayabildiğim insanlar onlar. çünkü bu dünyada yara kardeşliği diye bir şey var ve kan kardeşliğinden öte olduğuna kanaat getirdim. izlerini taşıdığımız yaraların kardeşliğinin bir ömür sürdüğüne inandım. pek tabii parmak uçlarını keserek intihar etmeye benzemiyor bu işler..

çok sıkıldım.
yaz bitiyor ve böyle bitmesini istemiyorum.
iplerimi kesenin elinden öpücem.(special thanks to b.)
so, say when you're comin' to this dirt place that i'm in?


22 Ağustos 2011 Pazartesi

15TL

Takip ettiğim blog yazan insanlar bayadır blog yazmayı bıraktılar / bırakmışlar, bırakmışlar diyorum ben de takip etmeyi bırakmışım, yani reel olarak, yoksa görüntü olarak hala takip ediyorum onları, beni takip edenlerin de öyle olduklarını düşünüyorum açıkçası. 82 kişi açıp da bakıyor mu acaba yeni bir şey yazmış mı diye? sanmam. niye baksın ki? aciliyeti olan bi durum yok zaten  burda, kan aranıyor ilanı, somaliye yardım için sakız markaları listesi, ya da merakla beklediğiniz bir statüs update'i yok. diyince aklıma geldi, ne düşünüyorsun sorusuna vermiş olduğum cevapları bir ara atayım buraya, ne düşünmüşüm ben de merak ediyorum ara sıra. şu anda bile ne düşündüğümü bilmezken geçmişte ne düşünmüş olduğumu merak etmem ise çok hoş. hep geriye bakarak yaşama hastalığı.. demişken aklıma geldi, artık eskisi gibi eğlenemiyor olmaktan hayıflanıyorum hep. hayıf hayıf hayıf diye sesler çıkarıyorum (haylayf diye bisküvi vardı sahi ne oldu ona?). peki neden böyle oldu? çünkü artık kovalamaca ve saklambaç da oynamıyoruz. işte tam olarak buna benzer bir sebeple barlar sokağı içimi daralttın allahım ne biçim insanları toplamışsınız lan! bir yanımdan hava yeterince 50 derece değil gibi alev fışkırtan sütunlar, diğer yandan gavur damı gibi yanıyor olduğundan üstümüze su sıkılan demir borular. ancak bu gavurları söndürmenin imkanı yok kardeşim, boruları direk içeri girerlerken kendilerine döşemek lazım. yine de bir çirkinlik allah muhafaza.. dans etmek için tırmanıyorlar oraya buraya ingiliz jetset (hahayt) , yarısı emekli oryantal yarısı taze travesti gibi duruyor, midem bulanıcaktı az kalsın attım kendimi dışarı. artı bir de küçük bira için 15TL ödüyor olmanın önlenemez acısı. bir de kendimi fazla hızlı atmışım sokağa, o onbeşTL'yi almak için garson koşturdum peşimden, nerdeyse bağırıcaktım çocuğa "bağğğyan" diye koşarak geldiği için yanıma, "bunun için mi koştun ulan bu kadar" yani 15TL için engelli koşu yapmış evladım sokak kalabalığının arasında. neyse parası verdik gitti işte ondan sonra. ama tabi ne oldu? borular ingilizlere, kazıklar da bizlere, öde küçük biraya 15 TL, ne o emekli oryantal maria ve diana göbek havasında bir numara, eğlenemiyorum kardeşim ben. yar bana bir eğlence diye bağırasım geliyor. 
yeterince içki içmediğimizden mi? olabilir.
tahammül seviyemi artırmasa bile en azından görmemi engelliyor. (G.'ye selam ederim)
işte böyle. daldan dala atlamak suretiyle bir seansın daha sonuna geldik. ve ben tam olarak 1 saat 15 dakika sonra aranızdan ayrılıyorum. facebook'a "atam izindeyim" diye yazmazsam beni affeder misiniz?


...

bir yerden bıkıp, yeni yola çıkan kişi,


çıktığı yolun hiç de yepyeni bir yol olmayabileceğini;

daha önce zaten yürünmüş



bir yol olabileceğini de hesaba katmak


zorundadır:mutlak yeni yol yoktur:


ama, yola çıkacak kişi açısından, yeni yol


-çoktur...


(oruç aruoba)



19 Ağustos 2011 Cuma

dedi ki..

"evet göğsümdeki o deliği doldurmuyor belki, ama varlığını unutmama yardımcı oluyor"

18 Ağustos 2011 Perşembe

where i end you begin

Gönderen Stuck on Rewind zaman: 05:40 0 yorum where i end and you begin..



Bir an için inanmıştım normal olabileceğime.Bir arkadaşımla dışarı çıkıp bir iki içki içip dönebileceğime.Elbette söylemene gerek yok biliyorum optimist bir gerizekalı oldugumu.


Artık biliyorum.Güzel kalbim, hiç bir anlama gelmiyor gercek dunyada.Gercek ;görüntüden ibaret ve ben biliyorum nasil gorundugumu.Her an kaçabilir, aldatabilir, herşleyi hafife alabilir görünüyor ben sana, biliyorum.


Öyle değil oysa ki.Oysa ki her sabah sen uyanmadan çiçekleri suluyorum sen güzel bir dünyaya uyan diye ve her gün biraz daha kırılıyor kalbim uğradığım haksızlığa.


İyi niyetle ve çok sevdim seni.Bir tek bunu bil istiyorum.


Tarihin tekerrürden ibaret oluşunu zalim bir şaka gibi görmek istedim.İnan denedim.Ama içinden geçtiğimiz hemen her an, çarpıyor yüzüme o kocaman hayal kırıklığını.Canım bu kadar yanmasa yok sayacagım.Gücüm yetse inan yapacagım.Çünkü eger bu bir yalansa bile, yine de en güzel en berrak en insan aşkın içinden geçiyorum.Karşımda duran yıkıntının işte tam da buna ait oldugunu biliyorum.Biliyorum cunku binlerce ufak parcaya ayrılmasini bu gozlerle, gozlerimden kan gelene kadar izledim.


Ne kadar üzgün olduğumu ifade edebilmek isterdim.Tam olarak anlamanı saglayabilmek.Her an her bir hücrem elektrik süpürgesiyle bir karanlığa çekilirmiş gibi..Kıpkırmızı gözlerle izliyorum mucizemin yok oluşunu.


Yazıklanan ,pişman olan kendine acıyan bir insan olmaktı en büyük korkum, annem gibi...Kendine acıyan ve bu yüzden zalim, saldirgan, kotucul..En cok bosa gitmis hayat yaralar cunku,


yazıklanmayacagım.

O kucuk kagitta yazan suclamalari bir cevap ile onurlandirmayacagim.Ama sen, ..Ben diye bildiğin her neyse, belki bir kez daha düşünmelisin onunla kalmak isteyip istemediğini.Çünkü tüm sevgi sözcüklerinin içinden hep çirkin çamurumsu , kötü kokulu bir nefret fışkırıyor.


Tüm bunları düşünebildiğim için , inan, cok derinden ,cok gercek üzülüyorum.Kimse böyle bir yok oluşa şahit olmamalı.


Rica ediyorum.Yazdigin notu bir kere daha oku.sonra bir kere daha.


Cunku eger inanıyorsan orda yazanların gercekligine, belki de yanlis askin pesindesin.


Seni oyle kocaman sevmistim ya, iste bunun bir ise yaramis olmasini cok isterdim.

haziran 2011.


Ank.

G.


Gönderen Stuck on Rewind zaman: 05:24 0 yorum

17 Ağustos 2011 Çarşamba

neden?

benim politikayla falan işim olmaz, kuşağımın tüm umursamazlığı ve hayatın bu kısmı sanki kendisine değmeden geçiyormuş gibi yapabilme potansiyeli aynen bende de vardır, hatta fazlasıyla diyebilirim. çukurcuma'nın kovboy şapkalı bohemleri kadar olmasa da "orda bir köy var uzakta"nın benim de kafamda yarattığı "fotoğraf çekmeye gitsek ne güzel olur" kadardır.. duygusal bir insan olduğum gerekçesiyle haberleri seyretmem, benim hayatımın dışında gerçekleşen ve içerisinde tek bir iyi şey bulunmayan bu haberler beni gerçekten üzer bu sebeple hiç bilmemeyi daha iyi zannederim. bir kısım kuşakdaş diyeyim daha yakından takip ediyor ve facebook olsun twitter olsun terörü habire kınıyor, çok takdir ediyorum. evlerinde, ellerinde buz gibi bir coca cola, "anneağ yemek ne zaman hazır" demeden hemen önce terörü lanetleyen tüm arkadaşlarımı çok takdir ediyorum gerçekten. tabi işin şöyle bir yanı var, napalım kalkıp kandil'e mi gidelim?
kürt yakıp terörist mi kovalayalım? hayır. onun yerine twitter'a yazalım: 11 ASKERİMİZ ŞEHİT OLMUŞ. ALLAH BELANI PKK. Bravo.. Benden daha duyarlılar.
Benim tek yapabildiğim, maruz kaldığım büyük boy acı haberlerden sonra "neden?" diye düşünebilmek. Üstelik bunu yaparken "Allahsız Başbakan", "AKP yaktın bizi" gibi şeylerden ayrı, yani partiler, kişiler, süreler, sayılar olmadan, 9 yılda 950 şehit diyerek olayı matematikleştirip içindeki duyguyu sıkıp kenara ayırmadan sormak. Neden?
Neden bu insanlar ölüyor? Ötekiler neden öldürüyor? Çok küçük değiller mi? Ve çok cahil ve çok savunmasız aslında.
Arkasında koskoca ordu var tabii ama mayına basarken örneğin, önünde kimse yok ya..
Neden bu işi profesyoneller yapmıyor, neden herkes çocuğunu askere göndermek zorunda, neden "benim çocuğum olsa ben gönderirim" diyen spikere alkış tutuluyorda bana kalırsa çok delikanlı bir laf edip "ben göndermem" diyen Bülent Ersoy taşlanıyor?
Ben de göndermem. Niye göndereyim ki?
Halkı askerlikten soğutuyormuş, ısınanların durumu ortada, yarısı ölü, yarısı hapiste, kalanlar da sırasını bekliyor.
Hem sonra halk niçin askerliğe ısınmalı?
Ta 1919'dan beri ne bitmez kurtuluş savaşıymış anlamadım, sene olmuş 2011 biz hala kurtulmaya çalışıyoruz.
Üstelik yine çocuklar ölüyor..
Neden peki?
Kafamda sadece bu var.

13 Ağustos 2011 Cumartesi

kedi iyidir

Zamanın bu kadar hızlı geçiyor olması sürem kısıtlı değilken dahi dikkat çekici hale geldiğinde beni korkutuyor. yani şunu demek istiyorum; normalde insanın 10 gün tatili vardır ve tatile çıktıktan sonra ilk bi kaç günde o şehirli gerginliğini üzerinden atar ve akabinde zaman çok çabuk geçer ve tatil çabucacık biter ya, o hissi 10 gün gibi bi kısıtlamam yokken ve tatilde de değilken yaşıyorum. Saat çok çabuk 3 oluyor ve işten çıkmama 3 saat kalıyor, hafta çok çabuk Cuma gününe geliyor ve o da bitiyor, başlıyor, bitiyor, günler çok değişik ya da hareketli değil ama çok hızlı geçiyor ve ben geçmesin kalsın istiyorum çünkü çok iyiyim. Belki hiç olmadığım, gerçekten ama gerçekten hayatımın hiç bir döneminde olmadığım kadar rahat, huzurlu ve mutluyum (tatilde olduğum zamanlar hariç diyeyim..). Söylerken de korkuyorum bi yandan, derhal kıçımı kaşıyorum :)

D. geldi ona söyledim ve ondan evvel elbette G.'ye söylemiştim, hayatımda ilk defa ikamet ettiğim yerde içimde bi "gitmek" fiili yok, o durmak dinmek bilmeyen ait hissedememe olayım, her durduğum yerde "oraya gitsem buraya gitsem nereye gitsem" telaşım, ve her daim elbette beni kemiren "marmaris" olayım sonunda bana bi huzur verdi ya allahım sana geliyorum :)


ne kadar farklı insanlar tanıdım, amma uçlarda gezdim de geldim. "people i know" diye film vardı, "people i don't know" aslında onlar şimdi ama ozaman için yani beraber geçirilen zamanlarda bile biraraya getirilmesi imkansız, aynı ortak paydayı bırak işlem içerisinde bulunamayacak insanlar diyelim. eh, onlarla vakit geçirdiğime göre benim onlarla bir ortak payda bulmuş olmam esas önemli olan ki bu beni karaktersiz mi yapıyor diye de düşünmüyor değilim. kara cahillerden bohemlere uzanan bu skala içerisinde sadece arkadaş seçimlerimle değil erkek arkadaş tercihlerimle de kendimi dahi şaşırtabilecek bir genişliğe (uzunluğa mı acaba) sahibim diyebiliriz.
hepsini sevdim mi bu insanların peki?
herhalde.
kocaman bir kalbim var sanırım..
yok tabi böyle bir şey, insan sevdiğimi kimse iddia edemez, ama bazı insanların içerisinde bir şey var işte, herkesin bir hikayesi var, beraber yazılabilen komik, güzel, eğlenceli hikayeler de var. bir zaman sonra ayrılıyor elbette yollar, geriye de hoş bir seda falan kalmıyor, düpedüz bitiyor işte her şey, tak sepeti koluna (hasır olmasın).


bugün eski birine rastladım internette, ne diyeceğimi bilemiyorum, arkadaş mı dost mu yoksa sadece zaman ve şartlar dolayısıyla birleşmiş çizgiler mi -her neyse- ve onun üzerine düşünmeye başladım ne çok "yakın arkadaş"ı var insanların, benim yok. hiç "yakın arkadaş"ım yok. bir sürü yakın arkadaşları, bir miktar arkadaşları, az miktar dostları ve bir de milyon tane tanıdıkları var ki bu tanıdıkaların telefon numaralarına sahipler, arada bir de görüşüyorlar. benim yok. olmasını istesem olur muydu bilmiyorum. benim bir tane dostum, bir-iki tane arkadaşım var (ama gerçekten tane taneler) ve zaman zaman fazla bile geldiklerinden hiç biriyle görüşmüyorum -sıklıkla. hatta şimdi hiçbiriyle istesem de görüşemiyorum çünkü çok uzaktayım artık. fiziki ve manevi olarak çok uzakta.


annem diyorki "çok yalnız kaldın burda", ben düşünüyorum ne zaman değildim diye. sanırım üniversite zamanı kendini kalabalıklarda bulma hali gelmişti üstüme, ankara'da üniversite okuyor olmanın da etkisi vardı elbette, lise tanıdıkları ile üniversite tanıdıkları aynı yaşlarda mecburen aynı mekanlarda karşılaş - buluş - görüş ve birkaç masa ortaklaşması sonrası hepsi olmuş sana arkadaş. telefon çalar "hadi çıksana dışarı" bir de bunların haricinde marmaris çetesi ve birilerinin başka yerlerden tanıyıp tanıştırdıkları ile kocaman bir çevre. buna çevre deniyor di mi? çevresel faktörler beni bozdu herhalde :) hiç kimseyle görüşmez olmak çok uzun zaman almadı aslında, yine de çok enteresan insanlar tanıdım dediğim gibi, bana çok enteresan hikayeler ile hatıralar da bıraktılar, sağolsunlar ama bunu kitap okuyarak daha az zarar görmüş olarak yapabilirdim. evet aynen böyle düşünüyorum.


yalnız falan da hiç hissetmiyorum, en sonunda yaşlı ve kedili bir kadına dönüşecek olmak da beni hiç korkutmuyor. istediğim anda koyu sohbetlere dalabilen bir insan olduğumdan, içimi dökmek için illa konuşmaya değil ama illa yazmaya ihtiyaç duyduğumdan, yeni hikayeler için yeni kitaplar-eski kitaplar hep var olduğundan, kedi diyorum, iyidir iyi..

5 Temmuz 2011 Salı

angry birds

sinir insanı güçlü kılıyor. deli gücünden örnek alabiliriz mesela. çok sinir insanın kendisini kral zannetmesine sebep oluyor, bi her şeyi yapabilirim, "öldürürüm ulan sizi" hissi.. hani belki öldüremez ama onca adamın arasına dalabilir. ayrıca nara atmak da insanı güçlendiren bişi. "allah allah sesleriyle geldi de geçti gencosman" da buna dayanıyor, savaşta da kavgada da bağırarak saldırmaların sebebi bu. hem bağırmanın aynı zamanda insanın kendi kendisini daha fazla sinirlendirebilmesinde de etkisi var, bu sayede de daha çok güçlenebiliyor.

sakinlik ise tuhaf bir şey. insanın sakin olunca enerjisi de gidiyor sanki. ha sakin olmanın tersi illa sinirli olmak mıdır? değil tabi.. enerjik olan insanlar da var. bende bazen öyleyim. saçma bir enerji, saçmalama enerjisi.

geçen gün konuşuyorduk, "ayarsız eğlence" üzerine, daha ziyade "ayarsız enerji" aslında o ertesi sabah morlukları sayarak ne kadar eğlenebildiğini tespit etme durumu..

şimdi sakinim.
böyle olduğum zaman bi yandan mutlu oluyorum, huzur filan, ne güzel ama öte yandan kendimi yaşlanmış hissediyorum çünkü güçsüzüm çünkü ne sinirliyim ne enerjik ki genelde bu ikisinden birine sahip olurum.
her zamanki gibiyim aslında. ne bok olduğum belli değil. şimdi böyleyim sen bi de beni ağustos'ta gör. ağustos'ta bişey olacağından değil de, ya olursa, olabilir, her an her şey.. işte bu sebeple her zamanki gibiyim.. yani korkacak bir şey yok, yaşlanmış olamam sadece sakinim.

kadın mesai insanı

öncelikle şunu tespit ettim ki ev temizlerken daha fazla tespit yapıyorum. yani dün vileda ile evin içinde salınırken pek çok tespit yapma fırsatım oldu.

kadınlar ve mesai saatleri hakkındaki tespitim şu şekilde:
kadınlar mesai yapmamalı.
elbette tespitin temelinde bu yatıyor.
üzerinde uzunca düşündükten sonra kadınlara evde oturmaları karşılığında minimum asgari ücret düzeyinde maaş bağlanması gerektiğine karar verdim. daha fazlasını kazanmak ve harcamak isteyenler ise elbette bir iş bulup çalışabilir, demokrağsi var. yurdumuzun 3 tarafı demokrasilerle çevrilidir. neden bunu düşündüğümü de açıklayayım: altta yatan etken şudur ki; çalışmak istemiyorum. hayatımın herhangi bir döneminde çalışmak istemedim. şu anda en çok olmak istediğim yerde en çok yapmak istediğim işi yapıyor olmama rağmen neticede iş iştir arkadaş, bunun adı mesai.
ve ne oluyor? kadınlar ve erkekler aynı anda işten çıkıp eve gidiyor.
peki sonra?
sonra kadının ev mesaisi başlıyor. bu nedemek biliyor musunuz? ev kadınının yapa yapa bitiremediği ve her gün çok yorulmasına sebep olan "ev işi" başlıyor. evin temizlenmesi lazım. e aç oturacak değiliz, yemek de yapılacak. haftada en iyi ihtimalle bir gün de çamaşır yıkanır ve ütü çıkar. şöyle kabaca bir hesapla 1 gün temizlik, 1 gün ütü ve her gün yemek yaparsanız ve bunu her hafta tekrar ederseniz aslında 2 işte çalışmış, 1 işten maaş almış ve her akşam işiniz (6da çıktığınızı var sayarsak) 20:00 - 20:30 sularında biterse (bulaşık faslını atlamayalım) bu demek oluyor ki kadınlar haftada 5 gün 12 saat, Cumartesi günleri de çalışıyorlar ise (hadi onu yarım gün diyelim) haftada toplam 65 ila 70 saat arasında çalışmış oluyorlar. eğer ev işine çalışmak demiyorsanız güdümlü anne terliği geliyor.. bu durumda eğer evde oturan kadına maaş bağlanmıyorsa 20 - 25 saatlik bir fazla mesai ücreti alınması gerekiyor. peki bu fazla mesai ücretini kimden talep edeceğiz?

sistem şu şekilde: evde oturan kadına en az asgari ücret bağlanacak (aslında 1000TL net uygundur). evde oturmak istemeyip çalışan kadına hiç bir şey bağlanmayacak (götü kaşınmış onun çünkü). eğer evde oturan kadına asgari ücret bağlanmayacaksa haftada 25 saat fazla mesai ücreti, almakta olduğu maaşın saat hesabına göre bulunması ile o saatin 2 katı olarak ödenecek. kim ödeyecek? devlet ödesin bence. ödesin evet.

yalnız burada içinden çıkamadığım bir kaç sorunla karşılaştım.
1. yalnız yaşayan erkekler bu duruma itiraz edecek ve aynı işleri kendilerinin de yapmak zorunda kaldıklarını haklarının yendiğini söyleyecekler.

2. Evde oturduğu için asgari ücret ya da daha güzeli 1000TL almakta olan kadının kocası işi bırakıp götünü yayacak ve o para bize yeter diyecek. 

Esasen 2. maddenin de çözümü kolay; evlenen kadınlardan bu istihkak kesilecek.
Bu şekilde hem boşanmaların önüne geçilebilir (boşanmalardaki artışta kadının ekonomik gücünü elde etmiş olmasının ciddi bir etken olduğu isviçreli bilim adamları tarafından mutlaka tespit edilmiştir..) hem haksız kazanç sağlanması engellenir (karı koca bütün gün yatarak devletin sırtından para kazanmaz), hem de az çocuk yaparlar işte ne güzel, hem de erkekler karılarına baksınlar, herkes rolüne dönsün ve ayrıca yine günümüzde olduğu gibi devletten aldığı evde oturma parası kesilen kadın isterse çalışabilir neden olmasın. önemli olan hedeflerini iyi belirlemek.

Tabi tüm bu programı uydurmuş olmamın sebebi tamamen kendimim, yoksa dünya genelinde "kadınların sosyolojik konumu ve sorunları" filan hiç bi yerimde olduğundan değil. gündüz güneşlenip denize girmek, akşam mangal yapıp rakı içmek, ertesi gün de dizi izleyip canım istediğinde temizlik, ütü vs gibi işlerle uğraşmak yıllardır idealim.

buradan devlet büyüklerine sesleniyorum, maaş bağlayın lan bana.

28 Haziran 2011 Salı

gündelik hayat tespitleri..

- olur mu hiç 3 kulak dön de aynaya bak
- oğlum allah belamı versin gördüm diyorum!
as a result: halüsinatiflerden uzak durunuz.


bir iş yerindeki cicim ayı süreniz o iş yerinde kısa zamandır çalışan insan sayısı ile doğru orantılıdır.
kısa zamandır çalışan insanlar;
- daha az şikayet eder çünkü henüz daha az şikayet edilecek şey vardır
- daha az şikayet eder çünkü henüz sıkılmamıştır
- daha az şikayet eder çünkü diğerlerinin kendisini ispiyon etmesinden tırsar
ve buna bağlı olarak siz de daha az olumsuzluk ile yüzyüze gelirsiniz çünkü yukarıdaki 3 madde sizin için de geçerlidir.

22 Haziran 2011 Çarşamba

Hot

Dear God,

Hava çok sıcak.
Eminim bundan haberin vardır nitekim cehennem alevi gibi motorla giderken bile suratıma üfüren sıcak dalgasının sebebi sensin. Kurban olayım Balkanlardan yurduma gelen soğuk hava dalgalarına diyecek kıvama gelmem de 2 gün sürdü biliyorum. Yani ne istediğimiz hiç belli değil, bunu da soğuktan ve yağmurdan şikayet ederken biliyordum zaten. Bugün hava 44 derece, azıcık insaf et. Amin.


Harareti alır diye çay içirdiler öğlen bana, ağzımdan çıkan nefes ile kendimi ejderha gibi hissettim. Onların yaşamına konuk oldum diyeyim. Dışarısı yanıyor, içerisi yanıyor. Ama bilim insanoğlunun kurtuluşudur. Niye? Çünkü ofiste klima var. Gerçi omzumun sol tarafı (soldan yiyorum klimayı) artık ağrı eşiğini filan kırıp geçti, eşik yok. Ona da çözüm var, şal aldım. Böylece ne oldu? Sol omzum ılık kalırken diğer yerlerim soğuk. Ancak bunun da şöyle bir sakıncası var, her sigara içmeye çıkışımda kendimi daha bir devesini kaybetmiş bedevi gibi hissediyorum.

Ayrıca 15 metre aşağıda deniz var ama bana faydası olmayan bir kilisenin görkemi, bir papazın efendiliği ile uzanıyor orada çünkü ben işteyim, işteyken denize girmek yasak. Böyle bişey söyleyen olmadı tabi ama soran da olmadı.

Hmm başka.. Şikayet etmiyorum lütfen yanlış anlaşılmasın. Ya Ankara'da olsaydım diyerek sol omzumu ovuyorum, geçiyor bak ne ağrı ne sızı..

Kedi deli gibi bişey. Sanırım deli. Çok güzel gözleri ve ağzı var yoksa hiç çekilmez.

Bir daha hararet falan dinlemem, çay da içmem. O değil de bir kere daha yaşlandık geyiklerine kendimi maruz bırakıcam çünkü bundan beter sıcakta sek absolute dikiyorduk kafaya Kemer kumsalında, daha 2 sene filan oldu sanırım, o bünye nerede kardeşim? Baygınlık geçirdim dün, tuzlu ayran içtim, o derece. Yine 2 sene filan evveldi herhalde "sahile kül silktiğim günlerin serin taşaklarını özlüyorum" yazmıştım, sahil var, kül var, serin yok.
(taşak var mı diye sorma ağzına çarparım terbiyesiz)
(çok merak ediyorsan, kedi erkek)

İş yokken çalışmak kadar sıkıcı bir şey yok herhalde. Hani iş varken çalışmak dünyanın en güzel şeyi olduğundan demiyorum ama çok saçma. İş yoksa ben neden burda oturuyorum? Varken gelsem? Saatime para sayıyor tabi adam ama sıkıntıdan naapıcamı şaşırdım. Dizi izlemek istiyorum (Game of Thrones'a başladım dün, sanırım çok mutlu edecek beni) izleyemiyorum, oyun oynamak istiyorum (Need for Speed Most Wanted aldım yeni) vakit yok oynayamıyorum, hayat zor.

Saat 3'e geliyor, 6 olunca bikinimi giyeyim denize gireyim bari (Buraya tecavüzcü türk filmi aktörlerinden herhangi birinin gülüşünü ekleyebilirsiniz)

Can sıkıcı şeyler de var tabi hayatta.
Mesela?
Mesela bu dost - arkadaş denen şeyin code - decode olayı beni çok yordu be günlük. Hiç olmadı yani, oturmadı bi türlü, bu saatten sonra da zor artık tabi. Yansıttığın şey ile aldığın görüntü imkanı yok birbirini tutmuyor, burda bi hata yaptım, nerde bi hata yaptım, aslında bi hata falan yok, her şey olması gerektiği gibi, bir zamanlar bir adam demişti ya "sağcı solcu falan yoktur, çıkar vardır" diye, onun gibi, daha fazla buna kafa gönül patlatmak istemiyorum, olan oldu, daha doğrusu olmayan olmadı, en doğrusunu onları örnek alarak yapmalıydım. nedir? "erkek arkadaşı olmayan kıza, kız arkadaş denir". Erkek arkadaşı olunca ne denir? Bulursanız dersiniz bişey hahahaha

İşte öyle bir şey.. 

14 Haziran 2011 Salı

Cahil Deliler

Aslında bir anlatmaya başlasam neler söyleyeceğim..
Belki de hiç bir şey söylemem ondan anlatmaya başlamıyorum.
Ne anlatayım? Anlatılınca eksik değil mi hep? Tamamlamak için yazmadın mı? Peki tamamlandı mı?
Nedir benim bu yarımla tamla alıp veremediğim. Yarım da aslında kendisinin tamı değil mi?
Ay güneş filan çarptı sanıyorum beni..
Çıplak ayak marina'da geziyorum altımda kısa şalvarımsı bişey var tiril tiril dedikleri cinsten, hava baya sıcak, bunu seviyorum, kendi kendime bin beşyüzüncü kez "şapka almam lazım" dedim. Lazım ama hakkaten yalan değil. Birazdan tekne teslimine çıkıcaz, güzel bir tekne ile yelken yapılacak, işim bu..
Dün bir Ferzan Özpetek filminde mutfakta yemek hazırladığımı sandım, belki de öyledir, bilemeyiz ki. Deliler gibi yağmur yağarken bir yandan açan güneş, toprak kokusu, pembe begonvil - kırmızı zakkum, ne diyeyim bilmiyorum, ne desem boş, teşekkür ederim.
Ofiste kağıt kırpma makinası çılgınlığı mevcut. anlamıyorum. rahatlattığını iddia ediyorlar, beni tatmin etmiyor. bütün işi makina yapıyor zaten sen nasıl rahatlıyorsun kardeşim? Millet neredeyse fişlerini biriktirip getirip makinada tırttırıyor, neden ama neden?
Bir de Sin The Cat eklendi aramıza, bir o eksikmiş gerçekten, böylece bir eksiğimizden daha layığıyla kurtulduk.
Bunun dışında esnafa borç taktım. Ama esnaf kendine zorla borç taktırdı desek daha doğru. Burda işler biraz tuhaf. Nasıl böyle hala anlamadım. Yani alışverişi yapıyorsun, kredi kartını uzatıyorsun, "önemli değil sonra getir" diyorlar. En fazla bir cep numarası bırakılıyor. İyi güzel de sen beni bir daha nerden bulacaksın? Ya o numara benim değilse? Ya o numara yoksa bile? Bu güven nerden geliyor anlamadım ki kardeşim.. Neyse bende ödeyebildiklerimi ödedim, ödeyemediklerimi de bir gün ödicem, söz.
Telefonum da çalındı zaten. Kamyonu indirip evi taşımaya gelen hayvanheriflerin çaldığından nerdeyse eminim. Ama benim nerdeyse eminliğim adalet önünde elbette bir fayda sağlamıyor.
Güzel müzikler, güzel havalar, neşeli günler, güler yüzler, deniz, yosun kokusu, balık pişirdim akşam çok güzel oldu, güzel de filmler almışım onları da izledim bir sürü, iyiyim demiş miydim? Dememe gerek var mı?
beni çok iyi tanıdığını zanneden bir takım oropu çocuklarının "ne zamana kadar?" dediğini duyar gibiyim, bunu suratıma doğru soranlar da var, belki de geçer, belki de mutlu olmam sonra, ama bunu ben mutluyken düşünebilen o gruba "ananızın amına kadar" demek isterim. dedim.
Şimdi gitmem lazım.

go go go

"anasini siken olan" sözcüklerini google'a yazmak suretiyle blog'uma ulaşan okur,
git burdan.

8 Haziran 2011 Çarşamba

bu kafayla gidersen askere..

- her şey normal mi?
- her şey normal
- işte bu çok anormal
- bir şeyin normal olmayabileceğine dair inancımı kaybettim. her şey sonunda normal.

7 Haziran 2011 Salı

külü kalır geriye..

üzülme diyebilmek istiyorum sana. üzülme, geçecek. ama o geçmiş olanların izlerini oramızda buramızda öyle uzun zamandır taşıyoruz ki, içim çizik dışım çizik kalakaldım işte en sonunda tek bir çizik olarak. bir tarafı diğer taraftan ayıran bir şey olması fikrini seviyordum önceden şimdi biliyorum ki aslında değil, aslında bir A4 beyazının üzerinde başı ucu hiç bir yere varmayan bir çizik sadece. bir silgi hamlesine bakarız gibi de geliyor da, o çizgi o beyazın üzerinde kendisini ne sanıyorsa artık.. yine de üzülme diyebilmek istiyorum ama bitmiyor. üstelik görebildiğim ve anlayabildiğim kadarıyla kimse için bitmiyor. oldu dediğin ne varsa bir sonu var, ya olduğunda yiyeceksin ya yere düşmesini izleyeceksin ya da dalında çürüyecek. çünkü son diye bir şey var elbette inanmak istemesek de. sonraki bölümlerin nasıl geçeceği sonunun genellikle aynı şekilde geleceği gerçeğini de değiştirmiyor. bu hikayenin başı ve ortası farklı evet, hikayeleri birbirinden ayıran da bu ama sonu hep aynı. biriktirdiğin hayalkırıklıklarından yapılmış 30 yıllık kalen seni şimdi gözyaşı dökmekten ya da sabah şişmiş bir lastik gibi kalkmaktan alıkoyuyor onun yerine için çekilmiş gibi kalkıyorsun işte. acı bile artık yalnız "bu da geçecek" mırıltısı ile geliyor. ve bir takım çoktan unutulmuş görüntüler.. bu daha mı iyi? bu daha kötü.
hala insan kalabilmiş olduğun için bir yandan mutluyken diğer yandan bunu hemen geçirebilecek kadar çok şey yaşamış olmaktan bıkkın..
demekki böyle oluyor, böyle olması gerekiyor.
belki daha uzun bir süre, artık hikayeye başlayamayana kadar da böyle olacak.
yine de biliyorsun, çok üzgünüm.

Marmaris'e taşınmak..

"Search for yourself, by yourself. Do not allow others to make your path for you. It is your road, and yours alone. Others may walk it with you, but no one can walk it for you."

4 Haziran 2011 Cumartesi

AFTER EVERY PARTY I DIE

Şarkının şu an başlık olarak kullanılmış kısmı kulağımda çınlıyor. Çınlamakla kalmıyor bir takım kristalleri de yerinden oynatıyor herhalde ki yer ayaklarımın altında sallanıyor, başım dönüyor adını verdiğimiz o tuhaf hissi yaşıyorum ve bundan zevk alıyor olmam da ayrıca şahane. ve fakat niye? bana göre bunca az içki ile, sadece uykusuzluğun katkısıyla böyle sütten kesilmiş inek gibi kalmamın sebebi nedir?
hava sıcak.
hah.. en azından bundan bahsedebilirim.
şimdi hepiniz yakınmaya devam edin "çok yaamur yaaaayoooo" diye, bugün ofise girince klimanın esintisi yüzüme vurdu ve öyle bir "allah" dedim ki arkadaşlara açıklama yapmak zorunda kaldım: işte cennet de cehennem de bu dünyada dedikleri bu. cehennem bu kapının ardında ve klimalı ortama girince napıyoruz? derhal imana geliyoruz. bunları unutmamak lazım. ayrıca o cehennem sıcağını tüm gün alkollü beynime yemiş olmamın da faydası ile beyin hücrelerimin %73ünü kaybettiğimi beyan ettim. Nasıl mı hesapladım? "73" gibi bir rakam olması sizin için bu istatistiği yeterince inanılır kılmadı mı? Bence kıldı.

Eski sevgilimi yeni bir sevgili bulacak gibi olduğumda derhal çok özlüyorum. Gayet psikopatça buluyorum bu tavrımı. Normalde psikopat olan o olduğundan kendisinden deliler gibi kaçıyorum ama ne zaman biri beni sevebilecek gibi hamle yapsa yahut benim biraz ilgimi çeker gibi olsa (az derken gerçekten az'dan bahsediyorum..) derhal onu özlemeye başlıyorum. Hem de ne özlemek. Ha napıyorum özleyince hiç bir şey. Peki bu ne kadar zor biliyor musunuz? Yani mesela onun işi çok kolay, o özlüyor ve bana ulaşamıyor hiç bir şekilde çünkü nerde olduğumu, telefonumu falan bilmiyor, ancak mail atabiliyor bana. Ama benim elimin altında her şey, telefonu, adresi, istesem görmem 5 dakikamı almaz, istiyorum, göremiyorum. Dedim ya işim gerçekten çok zor. Tabi bunda manyak olmamın payı büyük ama ben de kendimi bu şekilde kabullendim artık. Kendimle idare etmeye ve kendimi idare etmeye çalışıyorum, olduğu kadar..Evet durum böyle, hava sıcak, ben bugün çok çalıştım, dün gece 2 saat uyudum, tekila ve biranın kafası birbirine yakışıyor ama baş ağrısı hiç hoş değil, sevmiyorum evet.

Buarada, ağustos böceği mi dersiniz cırcır böceğimi bilmem ama sonunda manyak gibi bağırmaya başladılar ve buradan da yaz geldi tespitini yapabiliyoruz derhal, çok iyi.

2 Haziran 2011 Perşembe

biri bana gelsin, sen de kimsin?

Havaların bir türlü ısınamadığından, küresel ısınmanın gerçekleşmek bilmediğinden, tropikal iklime geçtiğimizden, sürekli yağmur yağdığından, bunun ne biçim hava olduğundan bahsetmeyen, yazmayan, konuşmayan kaldı mı? Her gün aynı şeyleri duymaktan hava haricinde bıkmayan kaldı mı peki?
Peki benim gibi bunca yıl sonra becerip Marmaris'e taşınmış olsanız ve Haziran 2 itibariyle hala denize girememiş ve gün aşırı şimşeğe maruz kalsanız ne bok yiyeceksiniz? Beterin beteri var.. Ankara zaten boktan bir yerdi, yağmur yağıyor diye sızlanmanın ne manası var ki?

18 Mayıs 2011 Çarşamba

monotonluk maratonu

Onu tanı içine düşünce koştur diyor. koştur. peki ne tarafa? peki ne kadar koşturduktan sonra?
monotonluk maratonuymuş..koştur koştur bitmiyormuş.
ozaman dur.
belki de esas söylenmesi gereken budur: dur.
dur.

11 Mayıs 2011 Çarşamba

oldu galiba..

Sabah bisikletle işe giderken içerisinden geçtiğim orman sebebiyle her defasında henüz uyanmadım sanıyorum.

Aslına bakarsan tam olarak uyandım.
Doğru zaman ve doğru yer diye bir şey varmış.

İşte bu sebepledir ki yazamıyorum, tarifi imkansız hisler içerisindeyim. Platonik aşkına rastlayınca kekeş olan bebeler gibiyim :)

19 Şubat 2011 Cumartesi

iyi böyle

yazdım yazdım yazdım, sildim.

Hayat, yeniden aç kollarını, ben geldim.

Hadi şimdi kaldığımız yerden devam edelim.

17 Şubat 2011 Perşembe

yollar ve ağaçlar

yeni bir yazı yazacak mecalim yok. 
sadece yollar ve ağaçlar. 
sadece okadar olsa her şey iyi aslında. herkes sadece yapması gerekeni yapsa ve bununla yetinse. ama olmuyor elbette, hırslar ve egolar var çünkü. 
oysa yollar ve ağaçlar ne güzeller ama hırslar ve egolar..
kabul etmem lazım buna hayatım boyunca alışamayacağım, 
kabul etmem lazım hayatın gerçeği bu, 
kabul etmem lazım alışamayacağım şeyin adı "hayatın ta kendisi".
boğulacak gibi oluyorum bazen, bazen kusacak gibi.
bazen diyorum ki, ne işim var benim burda, bazen de "ne güzel günlerdi ama değil mi?"..
susun artık ne olur konuşmayalım. siz sormayın, bana söyletmeyin. 
yollar ve ağaçlar diyeyim ben, 
yollar ve ağaçlar göreyim, 
düşüneyim, 
denizlere varsın sokaklar, 
yüzüme o gülümsemeyi oturtup sakinleşeyim.

ne acayip insanlarsınız sanki kimse ölmeyecek, sanki sıfatlarınız olmadan donsuz gibisiniz, sanki kavgasız yaşayamayacaksınız, sanki aslında yoksunuz da ancak bunlarla kendinizi bir miktar var hissediyorsunuz, varlığınız başkalarının varlığına armağan olmuş andımızı ezberlerken..

sizi çözümlemekten de kendimi çözümlemekten de bıktım artık. bunları düşünmekten, söylemekten,  içinde olmaktan ölesiye sıkıldım. 

Sizin alınız al inandım  
Morunuz mor inandım
Tanrınız büyük âmenna
Şiiriniz adamakıllı şiir
Dumanı da caba
Ama sizin adınız ne
Benim dengemi bozmayınız 

Bütün ağaçlarla uyumuşum
Kalabalık ha olmuş ha olmamış
Sokaklarda yitirmiş cebimde bulmuşum
Ama ağaçlar şöyleymiş
Ama sokaklar böyleymiş
Ama sizin adınız ne
Benim dengemi bozmayınız 

Aşkım da değişebilir gerçeklerim de
Pırıl pırıl dalgalı bir denize karşı
Yangelmişim dizboyu sulara
Hepinize iyi niyetle gülümsüyorum
Hiçbirinizle döğüşemem
Siz ne derseniz deyiniz
Benim bir gizli bildiğim var
Sizin alınız al inandım
Sizin morunuz mor inandım
Ben tam dünyaya göre
Ben tam kendime göre
Ama sizin adınız ne
Benim dengemi bozmayınız

15 Ocak 2011 Cumartesi

Her sikim hiyar diyene bir avuc tuzla kosmak hk.

Böyle hissetmeyi ne çok sevdik..bu kadar canimizin yanabilmesini, hickirarak aglamayi, ufak sinir krizlerini, buyuk sinir krizlerini, telefonlar firlatmayi, bardaklar kirmayi, kelimelerin gucune inanip var gucumuzle konusarak oldurmeyi karsimizdakini, var gucumuzle yoktan var ettigimiz gibi bir cumleyle yok edebilmeyi, yaratip yok etmeyi (bir sanri elbette bu, ne onlar gercekti ne yoktan var etmek, guzel iluzyonlarin hayrani olmak vardi sadece adina siz ask dediniz biz delilik diye sevdik onu, onlari), her sey bir fizik olayiydi aslinda hic bir seyin yoktan var olmayacagini soyleyen bir kuraldi, her sey bir kimya olayiydi aslinda senin teninin onun tenine cevapsiz kalamayacak sorular sormasiydi, cevaplar cok da onemli degildi, onemli olan sorulardi, her sey bir matematik olayiydi aslinda, onlar icin toplanmak bizim icin binlerce parcaya bolunebilmek, bolunene kadar kendini ona carpip carpip sekmek.. Neydi? Bir takim fen bilimleri konulari, hayat bilgisi ile uzak yakin alakasi olmayan ancak bizim adina hayat dedigimiz bir seydi, ancak yasanarak bilgisi edinilebilirdi, bir kere daha bir kere daha ayni hatalari yapmamiza mani olamayan, olamadigi surece seni sen beni ben yapan, ancak boyleyken bizim hayatta oldugumuzu anlayabildigimiz bir seydi, bir ders, bir konu, bir kelime (ask mi?), bir islem. Islem sudur arkadasim; koy gotune rahvan gitsin. Ve sonra teninin her hucresi sizlasin, ve sonra inleyerek uyan yatakta, uyuyama, uyuduysan kabus gor, uyaninca karnin agrisin, gercek bir yoksunluk hissi ki bir baska bagimlilik edemez askin insana ettigini.
Ic ic ic sonra, unutana kadar icmek yalanina inanamayacak kadar cok ve uzun zamandir iciyorum bu sebeple sunu soyleyebilirim, ictikce daha fazla dusunecegimin hatta artik kontrol edemiyor oldugumdan beynimin benim dusunmek istemedigim tek seyi dusunmek konusunda israr edeceginin ve elbette omurgasizlasmis bunyeme galip geleceginin farkindayim, fark etmez diyebilecek denli de rahatsizim (bazilari buna rahatlik adini verebilir, yani bile bile ladese giden insan bir cesit gamsizdir sanabilir ancak oyle degil, bir klasik ornek uzerinden gitmek gerekirse elinin yanacagini bile bile yuz kere bin kere sobaya degen cocuk rahat oldugundan degil rahatsiz oldugundan yapar ve yanar..yapar ve yanar..yapar ve yanar..salaklik diyenler de olabilir elbette, ki belki de oyledir ancak salak olan elinin yanacagini ogrenmemis olandir ki bizim durumumuzda bu da mevzu bahis degildir, bahsedilen bile bile yanmak, her seferinde yanacagini bilerek yeniden yanmaktir. Kullerinden dogmak gibi ulvi konulara girmek isterdim ama daha ziyade bokuyla oynamak tabiri uygun olacak kanaatindeyim..)

Bir barda en arka masada, duvarin arkasinda oturuyorum, saklandim demek mumkun, burada oldugumu birtek beni yerlestiren garson biliyor, o da bir tek bardaklarimdaki ickilerin akis hizi ile ilgileniyor. Duvarin ardindan erkek bas sesleri ile kadin kahkahalari geliyor. Zaman zaman (belki cogu zaman) ne kadar rahatsiz edici olabilecegimi dusunuyorum. Ne cok guluyorum, anlatiyorum, guluyorum, dinliyorum, guluyorum, iki isimden biri gulmek demek mumkun, sosyallesince boyle oluyorum, sonra geciyor. Buraya gelene kadar bagira bagira agliyorum mesela. Kendi arabamda tek basima olmama ragmen yine de rahatsiz edici olmayi basarabiliyorum cunku bir duvarin arkasinda tek basima bira icmedigim surece dikkat cekiciyim, iyi ya da kotu. Ki o dikkatleri uzerimde istemedigim surece (zaman zaman istiyorum) bende olmalarindan hic memnun degilim. Kirmizi isikta yan arabadaki adam bana bakiyor, agliyorum, ona bakiyorum, hic aglamamis gibi bakiyor olmasinin yani sira ilk insanlarmisiz ve aramizdan biri ilk goz yaslarini dokuyormus gibi bakiyor (sahi ilk aglayan kimdi ve neden aglamisti acaba..). Adama kafami ceviriyorum onun yerine cami acip asik oldugum adam baska bir kadinla birlesiyormus bana eslik etmek ister misin diye sormak da mumkun, sormuyorum, eslik edecegini sanmiyorum..Eslik etmesini de istemiyorum, cok istekli olana hikayeyi anlatirim, gitsin evinde aglasin, kimsenin ne agidini ne kutlamasini cekecek halim var, o agit ve kutlama bana bile olsa!

Unlem isaretini cok az kullanirim, belki de bu blogda ilk kez yukaridaki cumlede kullandim. Benim isaretim iki nokta'dir. Ki kendisinin gramer derslerinde yerinin olmamasinin yani sira hayatimda onemli bir yeri vardir. Nokta kadar keskin bir son degildir, uc nokta gibi "devam edecek" anlami tasimaz, unlem gibi dikkat cekici, virgul gibi anca arada derede degildir, sanirim "iki nokta candir, kandir" diyerek kapatacagim bu noktalama isareti mevzuunu..

Iste bazen de boyle olur..yazmazsin yazmazsin yazmaya baslarsin ve dunya bir anda sadece yazi yazilabilecek bir yer olur..

Dunya bazen bombok olur. Bombok. Hicbir sey ve her sey diye cercevelere ayrilir ve tamami anlamini kaybeder. Gidilecek yer, gorulecek insan, gorecek goz kalmaz, bira vardir ozaman, soguk icilir, ici isitir, sabah olur kusulur, oglen olur bas cok agrir, 5 gibi dunya yeniden dunyadir, sen yeniden ayni kanalizasyona dusmeye hazirlanmaya baslarsin ta ki tekrar orda bi balik gordum zannedene dek..benim hayat dedigim, hayat buldugum mecra budur arkadas, 30 yasima basmama 17 gun kala kendimle ilgili yapacagim tespit de budur. Ha kafama sicayim, o ayri..