31 Aralık 2008 Çarşamba

fark


31 aralık 2007 ile 31 aralık 2008'in farkı şu cümle:

şimdi kendime istesem de istemesem de bir soruyorum, nerede olmak isterdim.. cevabı biliyorum, cevabı biliyorsun, cevabı biliyorlar, cevabım mavi içerisinden balık geçer, geçeydi iyiydi..

artık olmak isteyebileceğim bir yer kalmadı.
fark bu.
31 ARALIK 2007:

bu gecenin bi şeyin sonu mu olması lazım yoksa başı mı olması lazım, kıçı başı ayrı mı oynaması lazım yoksa koltuğa uzanıp uzaklara mı dalması lazım, unuttuklarından mı hatırlaması lazım, boşanıp semerinden mi yemesi lazım, şapkadan bir tavşan lazım, tavşana niyet çektirmek lazım, neye niyet neye kısmet fazla yormamak, derin bi nefes almak lazım..

evet eksiğim buydu, derin bi nefes..

şimdi kendime istesem de istemesem de bir soruyorum, nerede olmak isterdim..

cevabı biliyorum, cevabı biliyorsun, cevabı biliyorlar, cevabım mavi içerisinden balık geçer, geçeydi iyiydi..

ama öyle değil.

kısmet diyerek gülümsüyorum, büyüklerimin ellerinden hürmetle öperim, küçüklerimin yanaklarından..

mutlu bi sene olacak mı önümüzdeki? hahahahaha her sene aynı şaka..

30 Aralık 2008 Salı

Sevgilim,
yetimim benim,

aylar nasıl geçiyor zaman hiç geçmezken

kapılar kapalı, dünya buzlu cam
uyuşmuş gözlerimin önünde
hayat akıp gidiyor hiç kımıldamadan

ikimizin yerine dinliyorum
sevdiğin şarkıları
siyah tişörtünü giyiyorum yatarken
gömleklerini, kazaklarını, kokunu
senin rüyalarını görüyorum ölür gibi uyurken
gün boyu elimde kahve fincanı

kapıyı açmıyorum
telefonlara çıkmıyorum
başını bekliyorum geleceği olmayan hatıraların

Sevgilim,
yetimim benim,
nasıl da kayıtsız gülüyorsun hayata
öldüğünden haberi yok fotoğraflarının

mumu

eski yılın sonunu, yeni yılın başını..

okadar çekilmez buluyorum ki kendimi, neyseki bir fren mekanizmam var da beni engelliyor tüm söylemek istediklerimi söylemekten. ya da iyi ki bu sayfa var da söylemek istediklerimin hepsini söylüyorum, beğenen okuyor, beğenmeyen de sikime kadar..

yeni yıl kutlama manyaklığı ölesiye canımı sıkıyor,
"napıcaksın yarın akşam", "nereye gidiyosun yeni yılda?"..
yeni yılda da eski yılda olduğu gibi cehenneme gitmeyi düşünüyorum, nitekim orada yaşıyorum.
içimde taşıyorum demek daha doğru aslında o cehennemi.

böyle liseli kız depresyonundan çıkamamış, ergen çocuklar gibi hep şikayet eden, devamlı mutsuz bir profil çizmek istemiyorum, başkalarına değil, kendime çizmek istemiyorum bu profili çünkü beni bi tek ben dövebiliyorum zaten. lafımla dövüyorum kendimi bi bakıma o deli karının dediği gibi..

facebook'a "götünüze girsin yeni yıl" yazmak istiyorum, yazmıyorum, herkes çok mutlu. bu histeri dalgası gibi yayılan yeni bir yılın gelişine sevinci anlamak için çaba harcamıyor sayılmam, harcıyorum. ama bütün yıl benimle aynı ya da benzeri sıkıntıları yaşamış, gelen yılların da gidenlerden daha iyi olmadığı konusunda hem fikirlerimin bile yine de bu akşamı eğlenmek için götünü yırtarak geçirecek olması en basit tabiri ile "tuhaf" geliyor. aslında çok eğlenmek için kimsenin bi yerini yırtmasına gerek yok bunu da biliyorum, bu akşam herkes çok eğlenecek çünkü yeterli miktarda alkol ile ya eğlenirsin ya da eğlenmediğini hatırlamazsın ve her ikisi de aynı noktaya varır.

öf neyse, herkes bildiğini, canının istediğini yapsın. hep beraber eğlenilsin, coşulsun, içilsin, sıçılsın, kusulsun, yarın herkes bir gece önce ne yaptığını arayıp birbirine anlatsın. bu mecburi eğlence gecesinden muafiyetimi rica ediyorum. hem bu sene hem de bundan sonra her sene için..bana bulaşılmasın..

katılmak zorunda olduğum yemek organizasyonunda sıkıntı çıkarmadan eve varabilecek sabrı diliyorum noel babadan. kendisinden yeni talebim budur. eskisini yerine getirebilecek gibi durmuyor nitekim..

29 Aralık 2008 Pazartesi

bilincimin altına süpürülmüş olanlar..


su yüzüne çıkmamalı şu bilinçaltı denen şey. altta olmasının bir sebebi var. göz önünde olsun istesek, bilinç üstünde olurlardı, el üstünde tutulurlardı..

rüya şöyle: parti ortamı, ama bir merdivenler var, dar ve dönüyor, inmek çok zor. ama azimliyim. partiye gidiyorum, gidicem.
çok zor oldu ama indim merdivenlerden.
aşağıda beni özge ve alkol ortamının değişmezi olarak bilinçaltıma da yer etmiş olduğundan iyice emin olduğum g. bekliyor bir masada.
içkiyi bırakmamış mıydım ben?
"içkiye yeniden başlıyorum" diye umulmaz bir sevinç ile yanaştım masaya.
yanaştığım masada lambadaki cin'in 3 dileğimi gerçekleştirmesi misali yoktan 3 şişe smirnof var oldu, biri sarı (citron herhal..), biri kırmızı (triple distiled olsa gerek) bir de ice..
2 shot bardağı, g. ve benim için.. özge "ben bira içiyorum" dedi. olsun dedik, votkada iç.. yoksa hepsini biz içmek zorunda kalırız!
bir yandan da düşünüyorum "votka biter, birayı da üstüne içeriz" diye..
ilk shot'ı yuvarlayıp uyandım.
aklım diğer şişelerde kaldı :)
yok yok, kalmadı aslında. ama biliyorum içki devrem geldi yeniden. canım içmek istemeye başladı. ve bilinçaltım beni tetikliyor. kimin tarafındaysa artık.. ben en çok kendime düşmanım sanırım.
sanırım değil öyleyim..

rüyanın ardından bugün canım gerçekten içmek istiyor. kendime de çok gıcık oluyorum böyle zamanlarda. tam diyorum bıraktım bitti bu sefer çok kesin, atlatılması gereken süreler atlatılıyor, üzerinden onca zaman geçiyor, buarada içkinin dibine gömülmek için elime bir sürü fırsat geçiyor içmiyorum, sonra ortada bir bok yokken canım birden manyaklar gibi istemeye başlıyor.

aslında şu sebeple oldu, dün bir film seyrettim,
marla singer kılıklı bi abla, barda bi shot votka söyledi, klişe elbette ama votka bardağa yağ gibi aktı (gerçekten öyle göründü), sonra kadın "6 senedir ağzıma sürmemiştim" dedi. "bunun sonu kötü" dedim. bir sonraki sahnede abla ağlıyordu, rimelleri akmıştı, bar tezgahına kafayı koymuştu ve evet çok sarhoştu.. şimdi özlediğim şey aslında içki, içkinin tadı filan olsa dert etmeyeceğim. bir bardak içer, sesini kesersin. ama benim olayım o değil. bu bugün hissetmekte olduğum şey bir kaç şişe içmeyi gerektiren bir susuzluk gibi.. bastırabilecek bir şeyler bulabilmeyi umuyorum. hepsi bu.

not: yazmayı bıraktıktan sonra bir bakayım dedim, diğer alkol bırakan kimseler de benim gibi manyak mı. bir şey öğrendim, ekşi sözlük aynen şöyle diyor:

dipsomani: "dipso" içmek isteği,"mania" da delilik anlamına gelir.yani bu "deli gibi içmek" hastalığıdır.alkolizmden farkı şudur:alkolikler günlük yaşamını sürdürebilmek için alkol almak zorundadırlar.dipsomanlar ise uzun süre hatta aylarca içmeyebilirler.ama bir anda içki nöbeti gelir ve manyak gibi içerler.bu nöbet genellikle bir fugue ile sonuçlanır;dolayısıyla dipsoman bir insan alakasız bir yerde hatta bilinçsiz bir durumda bile bulunabilir.

fugue
: psikopatolojide kişinin ansızın evinden veya işinden kaçmasıyla ve geçmişini, kimliğini tamamen unutarak başka bir yerde yeni bir isimle yaşama başlamasıyla tanınan türe verilen ad.

(bu da cabası) not2: dipsomani yalnız bir şekilde görünen değil, gittiği barlarda, meyhanelerde, kadehlerin dibinde "dam"ı olan psikozları beraberinde taşıyan bir hastalıktır. dipsoman kişinin kapıldığı "fugue" sonunda "delirium"a bağlanır ki bunun uyuşturucu kullancısı jargonunda kullanılan "bad trip" durumundan daha da felaket bir şey olduğunu belirtmek isterim. mesela sınırda kişilik bozukluğu sahibi kişi aynı zamanda bir de dipsomansa size hem ettiğini, hem de etmediğini bırakmayabilir eğer kapıldığı "fugue" çok sertse ve ardından gelen delirium ciddi sanrılar doğuruyorsa; bir depresif kendisini camdan atabilir, narsisistik elementler taşıyan bünye şimdi burada saymak bile istemediğim şeyler yapabilir.... böylelikle "pazar kadar değil, mezara kadar," şeklinde değişik durumlar tezahür edebilir.

"dinamik ve varoluşcu açıdan dipsomani aslında alıp başını gitmek gibidir. kişi kendinden ve ağırlığı altında ezildiğini düşündüğü yaşamdan kişiliğini değiştirerek uzaklaşır. bu seçim, varoluş bunaltısı ile baş etmenin çok pahalı bir yoludur."
prof. dr. bengi semerci


neymiş?
içki bütün kötülüklerin..
evet evet.

25 Aralık 2008 Perşembe

"o kadar çok anlattım ki
kendime kaldım anlatmaktan
bunaldım kendiyle boğuşmasını
başkalarında çözmeye çalışan insanlardan
usandım sözcük oynamalarından, tılsımlı sıfatlardan, ofset duyarlıklardan,
çeyrek aydınlanmalardan, bunalım tüccarlarından,
türkçe sözlü azgelişmişlik aranjmanlarından usandım artık.

kaç zamandır bir ermiş dinginliği havalandırıyor dizelerime açılan pencereleri,
durup bakıyorum akşam sularında zaman kavramlarına, zamanı düşünüyorum; koyuluyorum
anlamını yitiriyor ‘şimdiki zaman’ın boşyücelikleri, tarihin unutkan sayfalarındaki mürekkep lekeleri
işimin başına dönüyorum içimde ıssız bir gönül erinci
kaç zamandır duru, yalın, çalışkan, iyi insanlar özlüyorum
‘içtenliğin’ ya da ‘dünya görüşünün’ kirletmediği

kendime bir yeni yıl kartı yazarak bunları diliyorum."


26.12.1981-mumu

aysel git başımdan..

aysel git başımdan ben sana göre değilim
ölümüm birden olacak seziyorum.
hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim
aysel git başımdan istemiyorum.

benim yağmurumda gezinemezsin üşürsün
dağıtır gecelerim sarışınlığını
uykularımı uyusan nasıl korkarsın,
hiçbir dakikamı yaşayamazsın.
aysel git başımdan ben sana göre değilim.
benim icin kirletme aydınlığını,
hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim

ıslığımı denesen hemen düşürürsün,
gözlerim hızlandırır tenhalığını
yanlış şehirlere götürür trenlerim.
ya ölmek ustalığını kazanırsın,
ya korku biriktirmek yetisini.
acılarım iyice bol gelir sana,
sevincim bir türlü tutmaz sevincini.
aysel git başımdan ben sana göre değilim.
ümitsizliğimi olsun anlasana
hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim.

sevindiğim anda sen üzülürsün.
sonbahar uğultusu duymamışsın ki
içinden bir gemi kalkıp gitmemiş,
uzak yalnızlık limanlarına.
aykırı bir yolcuyum dünya geniş,
büyük bir kulak çınlıyor içimdeki.
çetrefil yolculuğum kesinleşmiş.
sakın başka bir şey getirme aklına.
aysel git başımdan ben sana göre değilim,
ölümüm birden olacak seziyorum,
hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim.
aysel git başımdan seni seviyorum...


atilla ilhan


24 Aralık 2008 Çarşamba

noel baba yalakası

yılın ilk kar yağışının insanlar üzerinde sonraki kar yağışlarına oranla daha sevindirici bir etkisi olduğunu gözlemlemek için sosyolog olmak gerekmiyor.

bireysel sevincin gözlemlenmesi için psikolog olmak da..

seviniyorlar işte.
çok seviniyorlar bile denebilir.
geçen sene yağmamış gibi oluyorlar.
hatta tabiri caizse izmirli gibi oluyorlar kar görünce.
halbuki ankara'ya her sene kar yağar.
o kar kısa zaman sonra erir.
her yer çamur olur.
paçalar, ayakkabılar, evlerin girişleri.
kaldırımlar çamurlu ve kaygan olur.
haklı olabilirsiniz, sabah kalkıp camdan dışarı bakınca bir gün evvel boka benzeyen şehrin bembeyaz olması çok güzel bişey.
ama bende o bir anlık güzel görünme ve kar yağışını izleyip mutlu olabilme hissinin akabinde gelen daha derin bir depresyon izi oluyor..
misal şu saatlerde kar yağmaya devam ediyor ve sabah duyduğum o anlık sevinçten eser kalmadığı gibi dün bu saatlerde olduğumdan daha mutsuz oluyorum dışarı bakarken. kar hala yağıyor ve yarın okul tatil olsa bile bana ne olacak çünkü.. kar yağışının üzerimdeki etkisi trafiğin artışı ile doğru orantılı olacak çünkü..
dışarıda değilim ve "tadını çıkarmak" diye bir şey söz konusu değil çünkü.
ve manzaram otopark-bina ve onu örtmeye çalışan kar iken, "aaa ne güzel" diyemiyorum çünkü.

neyse, sevinirseniz sevinin. ben kendime sıcak çikolata yapacağım ve siktiğimin noel babası bana bu sene ne getirse yeridir diye düşüneceğim. (bunu yazarken bile içimden "seni geri getirse"yi geçirdiğime göre düşünmeme pek gerek olmayacak sanırım..kendisinden "siktiğimin noel babası" olarak bahsetmeme alınmaz ve bana seni geri getirir yahut beni sana getirir ise müteşekkir olacağım, özür dileyeceğim, ne gerekiyor ise onu yapacağım. noel baba yalakası olacağım.)

böyle böyle

23 Aralık 2008 Salı


öf be öfff

Uyku arası panik atak seansı.

Kalp gümbürtüleri arasında yeniden uyuma çabası.

Uykuya çok geç kavuşmuş gözlerin karanlığa inatla dikili kalması.

Beklemek, yeniden huzurlu olmayı, güzel rüyaları, kâbussuz olmayı.

Beklemek, çabuk gelen ve hatırlanmayan uykuları, dinlenmiş uyanılan sabahları.

Güneş yok sabahlarda, gecelerimde ise güzel bir rüya görmeyeli ne kadar zaman oldu bilmiyorum.

Onun telefon çalıyordu ama h. açmıyordu, benim telefonum sessizdeydi, kesin onu da arıyordu, ben duymuyordum. Annem miydi arayan? Anneme bişey mi olmuştu? Ev telefonunu arayamıyor muydu? O muydu arayan? Ne olmuştu?

Ölümden mi korkuyorum şimdi?

Tam da varlığını bu kadar yakınımda hissetmişken ve ölen kişinin ölmeyenlerden şanslı olduğuna kanaat getirmişken, ölümden mi korkmaya başladım şimdi de?

Kendi ölümümden değil, bundan eminim. Ama sanırım benden başka herkesin ölümünden korkuyorum ve bunun sebebi canımın tarifsiz kalmış yanması. O yanıkların hala ciğer gibi duruyor olması.

Ya başka biri daha ölürse? Herkes ölecek. Ya hemen ölürlerse? Ne fark eder herkes bir gün ölecek.

İşte öyle olmuyor.

O kadar rahatsızım ki diğerlerinin benden evvel ölmesi fikrinden, kendimi öldürmeye en az ergenlikteki kadar yaklaşıyorum.

Panik atak resmen yaşadığım, olmayan ölümlerin korkusundan kendimi öldürücek kıvama geliyorum.

Mantık, nerdeysen beni bul, rica ederim. Hatta, çok rica ederim.

19 Aralık 2008 Cuma

geliyormuşum
pencerelerde yaz
ve bileklerimde bayat bir intihar

oysa ölünecek bir
şey yokmuş
gidince sen
ya
şanacak bir şey olmadığı kadar

yanıyormu
şum
vardı
ğım yere bırakıp kendimi
atlasında yeryüzünün
çılgın ve çirkin
ve hüzünle oyalanan
yüre
ğimde kül tadı nice yangından kalan…

ölüyormu
şum
senin saçların uzuyormu
ş üstelik
ölünce ben, cigarayı da bırakıp taksit ödüyormu
şsun.

bedenin tecritmi
ş geçliğinden
ikisi de yalnızmı
ş
geceler öpüyormu
ş memelerinden…

bense geçli
ğimi pazarlıksız
ve hızla geçti
ğimden
bugünler saçlarımla birlikte
şiir yazmayı da kısa
kesti
ğimden
piç kalmı
ş aşklarla avutup kendimi
bileklerimde bayat bir intiharın diki
ş izleri
gelip geçmi
ş yılların diş izleri ömrümde
ne
şter ve gül’müş hayat.

gülüyor…gülüyor…gülüyormu
şum…

yılmaz odabaşı

- _ - çok - _ -

yazıyorum, siliyorum.

yazamıyorum.

canımın acısını tarif edecek bişi bulamıyorum.
belki buluyorum
"evlat acısı gibi".

evet bu.

18 Aralık 2008 Perşembe

kertenkele





belkim bir kertenkeleydim

piç edilmiş bir yağmurun serini

bir güzelin çirkiniydim

çirkinlerin en güzeli

yeşil koşsa güneşlerin gölgesi

ben en hızlı yeşiliydim

kurbağa yarışlarında annemin






çatal matal kaç çataldım kim bilir

bin dereden bir kendimi getirdim

haydan gelip huya giden bir huysuz

heyheyler içinde bir heydim

belkim yedi belkim sekiz belaydım



düdük çalar hırsızlanmış polisler

ben korkudan üstlerime işerdim

üç yıldızlı bir albaydı gökyüzü

karşısında önüm açık gezerdim

ağzı bozuk meymenetsiz bir ozan

rus cenginde çağanozdum bir zaman



iki gözüm iki koltuk-eviydi

mavilerim bir miyobun koynunda

kendi düşen köyler kentler ağlamaz

sur dışında ben oturur ağlardım

ekmek diye bağrışırdı bebeler

elma derler ben ortaya çıkardım

ağıtlarla kutlanırdı isa-doğdu gecesi

fildişinden bir kuleydim yıktım kendimi



bilmem hangi keloğlanın fesiydim

bir püskülsüz sümbülteber tohumu

fesleğenler yaprak dökmüş şerrimden

bir naraydım kimse bilmez nereden

ya yakından ya uçmaktan gelirdim

belkim ince belkim kalın bir sestim

belkilerin kol gezdiği saatta

belkim belki bile değildim.

can yücel - belkim bir kertenkeleydim

16 Aralık 2008 Salı


"whoever said that money doesnt' buy happiness,
didn't know where to shop"
Blair Waldorf - Gossip Girl

15 Aralık 2008 Pazartesi

"inançsızım" diyor.

kırık bi gülümseme var yüzünde, yarım yamalak,
özensiz,
tam da dediği gibi,
inançsız bi gülümseme.


"kimseyi sevmiyorum" diyor.


"ölemiyorum da".

diyecek bir şeyler arıyorum.
yeni,
söylenmemiş,

yahut söylenmiş ama o vakit kıymeti bilinmemiş.
formül gibi, ilaç gibi gelecek bir şeyler.

yok..

yarının bugünden güzel olacağına inanabilecek bir insan değilim ben, geçmiş tecrübelerim bu şekilde düşünmeye yatkınlık göstermeme müsait değil.

bugün genellikle dünden güzel olmaz.
bu sene geçen seneden iyi değildi.
15 yaşındayken hayat bundan bin kat güzeldi (ben yine şikayet ediyordum).
keşke hep çocuk kalsaydık.
esasında en temizi anne karnı.
babam ve annem sevişmemiş olsaydı tüm bunlar başıma gelmeyecekti.
bilmem ne demek istediğimi anlatabildim mi?

yarın denen şey, bana vermesini istediğiniz o "umut"u vermiyor.
umut denen şey, arada bir yanıp sönen bir pavyon ismi gibi. Gecenin karanlığında kırmızı bi tabela "Umut Pavyon".. öyle de iç karartıcı işte (umudun ola ola bir pavyon olması hali yani..)

yine de, bana zaman zaman çok uzun uğraştığım hayat mevzularında durduk yere olmadığına eminim ama yine de nereden geldiğini tam da tespit edemediğim bir bilinç geliyor. her içtiğimizde ağladığımız ve adını "babasız kızlar balosu" isimli şarkıdan alan "babamız bizi sevmedi" isimli küçük grubumuzdan da ilk çıkan ben olmuştum, nasıl olduğunu bile bilemeden. birlikte ağladığım, kahrettiğim diğer "babası kendisini sevmemişler"e "onu sadece bir baba olarak görmeye başladığında hiç bir sorun kalmayacak" demeye başlamıştım.
"sadece bir baba"..
bunu yaparak babama çok büyük bir ders vereceğimi ve aslında neler kaybettiğini bir gün anlayacağını falan da düşünüyordum ama öyle olmadı. bizim iyi bir baba-kız ilişkimiz oldu diyebilirim (bir süre için en azından), sonra o kendi çerçevesine döndü ben de o çerçevede artık yerim olmayacağını beyan ettim. bende kendiminkine geçecektim, geçtim.
neyse mevzu bu değildi, "çocukluğuna dön" denince ilk döndüğüm yer babam oluyor neyi aşarsam aşayım, bu aşikar. benim çocukluğum babamda duruyor..neyseki uzun zamandır kimse "çocukluğuna dön" falan demiyor : ))

bir diğer çok uzun zamandır (ne zamandır bilmiyorum) beni uğraştıran mevzu ise "yaşayamamak" diyebilirim. istediğim gibi yaşayamamak desem daha doğru olur ama cesaret edemiyorum çünkü birisi çıkar da "nasıl yaşamak istiyorsun?" diye sorarsa cevaplayamayabilirim, ya da cevaplayıp sonra bütün istediklerimin bana verilmesi durumunda yeniden mutsuz olabilirim.
tatminsiz miyim?
marmarise gitmemiş olmamın en büyük etkenlerinden biri de buydu sanırım. oraya gidip, orda da mutsuz olma ihtimalim. en sonunda kendime hayatta çok isteyecek, içinde yaşamak isteyecek, uzun bir ömür sürmek isteyecek, hakkında hayaller kurabilecek ve bu dünya üzerinde bulunabilecek bir yer bulmuşken, gidip-yaşayıp-görüp bok etmekten, bu hayalimi - "umudumu" - da kaybetmekten çok korktum. ve elbette "korktuğu başına gelmek" ile "pişmiş tavuktan beter olmak" deyimlerimizi burada devreye sokmak mümkün, üstelik de gitmemişken!..

her neyse, bu "yaşayamamak" hususunda gelen bilinç ise şu şekilde; diğerlerine bak ve nasıl yaptıklarını anlamaya çalış. taklit et.
en azından dene..
"onlar da yaşamıyorlar" diye düşünsende, bunu görmemenin bir yöntemini bulmuşlar, bunu da düşün.

anladım sonra.

anestezik iş yaşantısı ortamı benim çarem.
gün boyu meşgul olmak.
akşam eve yorgun dönmek.
sorgulamak yerine günlerin nasıl da akıp gittiğine şaşırmak.
ne iş yaptığının bir önemi yok. o işi sevip sevmediğinin de. çok ya da az çalışmanın. çok ya da az kazanmanın. tahammül edebildiğin bir yer olması yeterli. tahammül sınırını aşmayan insanlar arasında olman.

ya ben yolumu buldum, ya yol beni buldu ama sonuç diğerlerinin başarmasını sağlayan bu yöntemin benim için de hayati bir önem taşıdığını anladım.

kurcalamamak için gereken, bunu yapacak enerjiyi bir başka şeye yönlendirmekmiş..

"ne yapıcam ben?" diye soruyor bana.
"ne yapıcaksın sen?" diye cevaplıyorum.

keşke bilebilsem..
keşke bulabilsen..

unutmadan

bunu da yazıyorum artık;

www.kitapkoleksiyoncusu.blogspot.com

aprés la fête des sacrifices..

5 Aralık 2008 Cuma

fuk it ol


az saat sonra iş yerinden çıkacağım ve bir süre hiç geri gelmeyeceğim ve hatta hatırlamayacağım bile aslında çalışmakta olan bir insan olduğumu..
çalışan bayan mısınız? demiş mustafa..

g. ile konuştuk. amacımız olmadığı hususunda ortak kanıya vardık. merak ediyorum, herkesin bi amacı var mı? bizim de amaç denebilecek bir takım hayallerimiz var ama o hayallerin amaç haline gelmesi için gerekli olan götümüz yok.. yani ben bir kitapçı café açmak istediğimi ilk beyan etmeye başladığımda lise bire gidiyordum, yaş 16 ediyor, çok zaman olmuş. bunun üzerine gidip turizm okumuş olmam, f&b'den anlar hale gelmem filan ise bu amaç uğruna atılmış bir adım değil, tamamen tesadüf. hatta başlarısızlık sebebiyle gerçekleşmiş bi tesadüf de denebilir.
g.'de üniversitede ingiliz edebiyatı öğretmeyi hayal ediyor ama amaç edinemedi bunu. lakin kolay gelmesi sebebiyle gitti ingilizce öğretmenliği okudu, aynı şekilde, tamamen tesadüf diyebiliriz buna..

peki ama biz neden bu istediğimiz şeyleri amaç edinemiyoruz?
benim kolay bi kaçışım var; param yok.
ama kötü örnek olan da bi sürü insan var, parası pulu olmadan "başarı hikayesi" diye karşımıza çıkan, çok can sıkıcı..

belki bi gün olur, kim bilir..

daha fazla istediğim bişey yok diyebilirim. bir kitapçı café.. sarı pirinç ile yazılmış isminin rattan üzerinde duruşu..

hep o rüya geliyor aklıma..sahilde kumların üzerinde, ama yine de tam da anlattığım gibi rattan üzerine sarı pirinçten adı ile, missler gibi bi kitapçı, içerisinde yabancı romanlar-dergiler de varmış, gazeteler, vs.. turistler de gelip alıyor, tatile değil herkes bi entellektüel sinerji yaratma ortamına gelmiş anasını satayım, öyle üst düzey bir "beach" :))) ben de bu muhteşem ortamın önüne atmışım plastik sandalyemi, arkasını indirmişim bi kaç kademe, üzerimde bikinim, gaste okuyorum müşteri yokken.. kum sıcak, deniz güzel, sahil kalabalık..

sonra uyandım.
o sabah kabus oldu bana tabi uyanınca.

oturdum ağladım piedra ırmağının kıyısında diyeceğim ama yok öyle bişi tabi, ırmak bile yok ağlayacak olsak, göl var, "göl başı", çevresinde alkollü içki içmek yasak, zabıta ceza bile keser.. efkarlandım da geldim desen, paulo coelho olsan fark etmez, icap ederse cop ile ders verirler..

ne arıyorum ben burda dedim kendi kendime..
ne bu soğuk, bu şehir ne, ben kimim? o sahile neden gidemiyorum, niçin kitapçı açamadım..

kaç sene geçti o rüyanın üzerinden? 3 herhalde..
f.'ye anlatmıştım, gülmüştü.. komikti tabi sahile kitapçı ama benim için "3ü birarada" bir rüyaydı.. bütün istediklerimi bir seferde almıştım, şahaneydi..

3 sene sonra şimdi bakıyorum,
yapılmamış tercihlerden oluşan bir hayatım var gibi geliyor.
herkes yaptığı tercihlerden sorumlu, ben yapmadıklarımdan sanki.

tercihleri yapabilenlerin güvenli ellerine, hayatımı da "gelişine vole"ye emanet getirdim bugüne..

babamın yazdığı üniversite tercihi sonrası, annemin arkadaşının bulduğu işe girip, o işi hasbel kader meslek edinip, "amacım var mı yok mu" diye düşünmeye 30 yaşında başlamış bi insanım.

anlatınca kendime oldukça looser göründüm, halbuki hiç sevmem doğuştan kaybedenler klubü üyelerini..

iko kendini yırtıyor ne zamandır, yıllardır, zaman çok hızlı geçiyor, hayallerinin peşine takıl, hayatını eline al diye.. bir başkasının zorlaması ile olmuyor tabi bu. insanın o pişmanlığı kendisinin yaşaması gerekiyor. zaman geçti ve ben hiç bir şey yapamadım demesi gerekiyor ne kadar kıymetli olduğunu anlaması için bu yılların..

ama işte şöyle bir şey oldu..
f. öldü
gerçekten öldü ve ben düşünmeye başladım.
bu kadar senedir hayatta en çok yaşamak istediğim yerde neden yaşamadım?
bir iş bulamaz mıydım?
sonra o işi bırakıp kendim bir iş yapamaz mıydım?
hadi son bir senedir gitmemek için bir sebebim vardı geçerli, ondan evvel beni burada tutan koca götümden başka neydi?
hiç bir şeyi yeterince isteyememekti..
hayatta en çok istediğim şeyi bile, yeterince isteyemedim almak için.
bişeyler yapmam gerekiyordu çünkü ona sahip olmak için.
biraz mücadele etmem, taşınmam, toplanmam, bir takım şeyleri göze almam, biraz yorulmam.. hiç bir şey yapmamak kadar kolay değildi yani.
ve yapmadım. diğer sahip olduğum şeyler gibi kendiliğinden benim olsun diye bekledim,
olmadı.

şimdi pişman mıyım, pişman olucaksam neyden pişman olayım onu bile bilemiyorum.
hayat öyle garip ki..
gitsem yaşıyor olur muydu,
ölse ben ne bok yerdim şimdi gibi iki ucu bok içinde badem dudu sorular geliyor aklıma..
cevapsız.

bir amaç edinmek istiyorum kendime.
öyle bir amaç olmalı ki,
kendiliğinden benim olmalı.
birisi kitapçısını bana ücretsiz devretsin mesela,
buradan açık teklif..
çalışırım gece gündüz, öyle istekliyim :)

ironik bi kaltak olarak yeni yaşam formuma alışıyorum.. yeterince semirdiğime ikna olurlarsa (ki bence olunmaması için hiç bi sebep yok) bu bayram beni kessinler diyorum.. bayram demişken,

iyi bayramlar.

ps: ebru yavruladı dün. çok güzel olmuş. bi takım tuhaf hisler içerisindeyim.

3 Aralık 2008 Çarşamba

"sevmek sahiplenmenin en güzel yoludur heralde, sahiplenmek ise sevmenin en çirkin yolu"

José Saramago

Alkollü polis direğe çarptı

3 Aralık 2008



Akif ARICI/ANTALYA, (DHA)


GÖREVLİ olmadıkları saatte içki içen ve 234 promil
alkollü olan polis memuru Fatih E'nin kullandığı ve
içerisinde başkomiser Orhan Ö'nün de bulunduğu özel otomobil,
elektrik direğine çarptı. Kazadan sonra otomobildeki uykusundan
meslektaşları tarafından uyandırılan başkomiserin tabancası,
paçasından çıktı.
Polis memuru ve başkomiser, hastaneye ambulans yerine ekip otosuyla
götürüldü.


banksy

hayat aslında böyle bişey tam olarak

1 Aralık 2008 Pazartesi

ya ya tabii..



yaşam koçu diye bir şey var (mış).
psikolog ya da psikiyatrist gibi sizin derdinizi, sıkıntınızı dinleyip bunlardan kurtulmanızı sağlamaya çalışmak yerine, hedeflerinizi belirlemenize, hayatınıza nasıl bir yön vermek istediğinizi bulup bu yönde ilerlemeniz için gerekenleri yapmanıza yardımcı oluyor (muş).
yeni öğrendim,hatta hemen bu sabah öğrendim diyebilirim..daha evvel bir kaç yerde görmüştüm, hatta nip/tuck'ta görmüştüm, kadına yaşam koçluğu yaparken hem eski sevgilisi hem kocası ile yatmaya çalışıyor, ardından kadının oğluna yaşam koçu olayım diyip onu ayartıp onunla yatıyor, en sonunda da aslında kadın olmadığı ortaya çıkıyor gibi şahane bir örneği idi "life coach"luk kurumunun :) ne iş yaptığını tam kavrayamamıştım, sabahları beraber koşuya çıkıyorlardı hatunla, oğlana'da "fransızca'dan A alırsan sana veririm bi kere" taahhüdünde bulunmuştu, çocuk da aldı tabii A, eşşek değil ya.. Ama bana bi faydası olan bi meslek gibi gelmemiş ki üzerinde düşünmemişim bile.
Neyse bu sabah TV'de konuşan Ebru Hanım (unuttum elbette soyadını) biraz daha aydınlatıcı bişeyler söyledi.

Hedef belirlemek ve o hedefe ulaşmaya çalışmak çok önemli tabii hayatta.

"Eşşeklerin kafasından uzatılan bir sopanın ucuna havuç bağlanır ve eşşek o havuca ulaşabilmek için hep yürümeye devam eder"..
Bu örnek Ebru Hanıma ait değil, bu örnek benim kafamda uyanan görüntü..
Ölene kadar yürüyebilirsin böylece havucu alıcam diye, olay bu. Ölmeden de kısmetse yersin havucu, yiyemezsen de bu ümidi cennet için saklarsın.. Havuçlar ile dolu bir cennet.
Neyse, bu insanlara 3000-5000 dolarlar verebilmek için önce "hedef" denen şeye, onu belirlemek ve peşinden koşmak gerektiğine falan inanmak lazım ki bu koşu esnasında bi koçunuz olması gerektiğine de inanabilesiniz.. Yaşam koçu mu olsam acaba? Çok para kazanıyorlar sanırım.. Bir yaşam koçuna gitsem, bana koçluk yap ben yaşam koçu olucam desem? Di mi? Cinim ya ben..

yutkunamadığım






boğazımdaki
düğüme
senin
adını
veriyorum..

30 Kasım 2008 Pazar

gene gel..

gene gel, ne olur fazla uzun bekletme beni..
biliyordum zaten ölmediğini, görünce ondan şaşırmadım, olanları anlattım belki de haberin yoktur diye, sen de şaşırmadın, biliyordun demekki.. anneni ara haber ver ölmediğini dedim, sonra ararım dedin, unutma aramayı, dediğim gibi çok ağladı..

inanmak için yine de, dokundum ya yanağına, sıcaklığın avucumun içinde daha.
ve gülümseyişin gözümün önünden gitmiyor, ne çok özledim seni..

28 Kasım 2008 Cuma

tanrım, beni baştan yok et..


sabah tv'yi açtım.

bir kadın ve bir adam. amerikalı.

adam da kadın da eskiden çok şişmanmış.
kadın ya da adam 45 kilo vermiş (hangisi emin değilim).

adam diyor ki; "hep düşünürdüm "bi kilo versem kadınlar bana hasta olacak" diye, verdim kiloları gelen giden olmadı".. sonra bu kadın ve adam tanışmışlar günün birinde. kadın diyor ki "birinin bana aşık olacağı hiç aklıma gelmezdi". neden? çirkin çünkü. (resmi olsa da koysam. çirkinmiş hakkaten ama öyle öcü gibi de değil...) ama olmuş işte, adam kadına aşık olmuş, kadın da o kapısını kimsenin çalmadığı adamın kapısını çalmış.. adam kadına evlenme teklif etmiş. ama bu arada hayatlarını değiştirecek o "muhteşem" haberi almış bu sevimsiz olduğu kadar birbirini seven çift; amerikanın en muhteşem tv şovu "beni baştan yarat"a çift olarak katılabileceklermiş..kadına yapılması gerekenleri saymaya başladılar kaşlar kalkacak, göz altlarına kolajen dolgu yapılacak, dişleri, burnu yapılacak, karnı düzleştirilecek, poposu kaldırılacak, göğüslerine silikon takılacak vs. şeklinde uzayan bir liste, 2 ayrı ameliyat serisi hazırlamışlar.. adama neler yapılacağına bakamadım.. kadını yatırdılar masaya, kestiler biçtiler, diktiler, yeni kıyafetler, yeni saçlar yapıldı. adam kadını düğünde görecek, duvak kalkacak altından yeni kadın çıkacak. kadın da adamı ilk kez o zaman görecek..
bekledim, neler olacak diye görmek istedim.
gelin geldi, duvak kalktı, damat bakakaldı. tam manasıyla bir "bakakalmak".
hani normal prosedür gelini öpmek ya, kadın gülüyor yeni yapılmış A4 beyazlığındaki dişleri ile geniş geniş, adam bakıyor bu kim diye : )

peki şimdi nasıl olacak?
yani tamam, insan karşısındakinin "içini" sever vesaire vesaire de, içi dışı neyse bi seçim yapılmış, bi insan sevilmiş.. sonra tanrıcılık oynayan bi grup insan gelmiş, onu ayak parmağından saç teline değiştirip sana vermiş..
yeni baştan sevmek gerekmez mi o insanı?
sevdiğimiz insanları saçma kusurları ile sevmez miyiz?
hatta belki de o kusurlar ile daha çok..
sivri burnuyla mesela, kepçe kulaklarıyla,
ne bileyim ben, "ona ait olan"la sevmez miyiz?
onca sene birlikte olduğum adamı "o iyi değildi, al biz sana bunu yaptık" diye verseler, mahrecine iade ederim ben, fikrim budur :)

estetik cerrahiye karşı mıyım acaba ben diye düşündüm sonra, çünkü bu "tanrıcılık oynamak" kısmı da sinirlerimi bozdu ve daha evvel hiç böyle düşünmemiştim. karar verdim, değilim. estetik cerrahi güzel bir şey, ama günlerdir üzerinde durduğumuz gibi "her şeyin azı karar çoğu zarar".. yani burnundan çok rahatsızsan gider kendine yeni bi burun yaptırırsın belki ama derini yüzdürüp yerine kaplama yaptırmak değilmiş bana makul gelen, bu sabahta bunu öğrendim..

26 Kasım 2008 Çarşamba

"gitmek"

umut dünyası

1990 senesinden kalma bir Ajda Pekkan albümü ile başlıyorum güne. Nedeni konusunda hiç bir fikrim olmadığı gibi, şarkıları bilirim zannetmiştim, bilmiyorum da. İyi oldu işte, hatta harika.. Bana hiçbir şey hatırlatmayan eski şarkılar ile, hiç de açıp dinlemediğim bir kadın sesi.. Tam da istediğim gibi!

Şu ki mesele; hatıra denen şeyin uzağında, geçmişten uzakta, belki ve en çok da kendimden uzakta, dağınık bir ilgi, merak ve kaybolabilme özgürlüğü ile, dilini konuşamadığım insanların diyarında olma isteğim çok arttı..

Ve belki de hiç olmadığı kadar az kaldı..

Dostun dediği gibi "ne bitmez tükenmez bir umut" bu bendeki..

edit: bildiğim şarkı varmış albümden "sen de yaz yaz yaz bir kenara yaz.." nakaratlı.. babannemin apartmanının giriş merdivenlerinde 3-4 kız çocuğu bu şarkıyı ezberleyip söylediğimizi hatırlıyorum..
babannemin 2. kattaki evine mutfak penceresinden girmeye çalışırken düşüp parmağımı kırdığım kayısı ağacının tam da karşısında :)

işler böyle mi yürüyor?

When I was a kid I used to pray every night for a new bicycle.
Then I realised God doesn’t work that way, so I stole
one and prayed for forgiveness.




- Emo Philips


25 Kasım 2008 Salı

kabuğum delindi

Bazen insana hiçbirşey hatırlamak kadara acı vermez, özellikle de mutluluğu hatırlamak kadar . Unutamamak . Belleğin kaçınılmaz intikamı. Herhangi bir iz taşınıyorsa , bu bir zamanlar bir yara açıldığındandır .

Yaşadığımız anları dondurup cümlelere dökme çabası , çiçekleri kurutup kitap yaprakları arasında ölümsüzleştirmeye benzer..

Yaşama katlanabilmenin bazı koşulları vardır; okumak , öykü yazmak , arada bi dans etmek , sokaklarda başıboş dolaşmak gibi..

Yalnızlık içsel birşeydir, taşkınlıkda onun dışavurumlarından biri..

- Aslı Erdoğan, Kabuk Adam
http://alintilariminiltilerim.blogspot.com

sad but true..

W H Y ?

24 Kasım 2008 Pazartesi

f words again..


insanların acı çekmeniz için uygun gördükleri bir süre var. "yeter artık topla kendini" deme süresi. bir haftayı geçmemek şartı ile değişiklik gösterebiliyor, kimine 3 gün kimine 5 gün yeterli geliyor. bundan sonraki kısımda yanlışlıkla ağlar, üzüldüğünüzü belli eder ya da yakınırsanız "abartma" oluyor.
ben hakkımı fazlasıyla doldurdum. kimsenin yanında gözyaşı dökmemeye gayret ederek (annemi hariç tutmak zorundayım elbette) bu süreyi geçirmiş olmama rağmen bir sürü insandan "sen de topla artık kendini" lafını duydum.
duyduğum bununla sınırlı değil elbette; ölenle ölünmediği, hayatın devam ettiği, böyle yaparsam hastalanacağım, onun ruhuna huzur vermediğim vs. gibi bir sürü şey daha duydum. sanki bunları ben bilmiyormuşum gibi, sanki zamanında bunları bir takım yakınlarını kaybeden insanlara bende sarf etmek zorunda kalmamışım gibi, hepsini ilk defa duyuyor gibi sinirlenerek dinledim. sadece beni acı çekme konusunda özgür bırakan ve hatta teşvik edenlere katlanabildim, "ağla açılırsın" diyenler en sevdiklerim oldu..
ağladım ağladım, açılamadım..

üzerinden günler geçti şimdi, ilk başta kabul edemediğim gerçeğin ve o bitmeyecek gibi gelen, bir matkapla kalbim deliniyormuş gibi hissettiğim acının yerini tüm göğüs kafesimi kaplayan ve sıklıkla kendisini hatırlatan bir sızı aldı.. çok fazla paylaşmaktan kaynaklanan çok sık hatırlama hali ve bu hatırlamanın sonucunda artık olmadığının bilincinin yaydığı o sızı işte. daha doğru nasıl anlatılır bilmiyorum..

işte bu yüzden "ıssız adam" filmini sevmedim, sevenleri de çok akıllı bulamadım. öyle bir şey olmamalı bu anlatıp durdukları "aşk" sanki..kimseye itiraz edip "hayır aşk şöyle bir şey" diyecek gücüm/enerjim yok çünkü bir yandan umurumda değil, öte yandan aşk denen şeyin varlığından emin değilim ve son olarak herkesin kendi kafasındaki kavrama uydurarak tanımladığı bir duygu için ortak bir platform bulma çabasını manasız buluyorum. "kavuşamayınca aşk olur"muş öyle diyorlar. ozaman olmasın demek istiyorum ben buna karşılık olarak.. velhasıl, o insanların birbirlerini onca sevmelerine rağmen dönüp aramamalarını, pılı pırtı toplayıp şehir değiştirmelerini, yıllar sonra tekrar karşılaştıklarında hala onca seviyor ve istiyor olmalarını ve buna rağmen yine hiçbir şey söylememelerini/yapmamalarını "mal"ca buldum en açık tabiri ile.. içerisinde bulunmakta olduğum "ne lüzumu var şu ölümlü dünyada" ruh hali ve bu halin getirmiş olduğu "ömür bir gündür o da bugündür" fikrine yanaşık düzen gitmeye çabalamanın sonucu gerçekten hiç haz etmedim yaptıklarından, durduklarından, baktıklarından. en sonunda bende "ee" kaldı..

onun yerine şunu düşünmeyi tercih ediyorum.. iyiki kimseleri dinlememişim, onca şeyi riske etmişim, para yok pul yoklara aldırmayıp "ödenir nasolsa" demişim, iyi ki gelmişim, görmüşüm, sevmişim, her fırsatta ama gerçekten her fırsatta ve hatta fırsat olmadığında bile yanındaymışım.. iyi ki.. geriye dönüp sana baktığımda çoğunlukla "iyi ki" diyor olmak beni gerçekten mutlu ediyor. iyi ki tanımışım, sevmişim, bu kadar yakınıma almışım, bunları yaşamışım..

sabah şunu düşündüm, "bu kadar mutluluk kesin bize fazladır" kafası bende mutluyken de vardı, sonra üzülünce düşünmeye başlamadım bunu. ve bu sebeple çok iyi hatırlıyorum ki inanılmaz bir sıklıkla kendime bakıp nasıl güldüğümü, ne kadar mutlu olduğumu gördükçe "şükür allahım" dedim, elimden almasın diye.. gücüne gitmesin, devamına müsade etsin diye kendimce bir pazarlık yöntemiydi bu.. teşekkür ettim o an henüz geçmemişken.. "seni sadece başım dardayken hatırlamıyorum, bak iyi zamanımda da teşekkür etmesini biliyorum, sen de bunun karşılığında bunun sürmesine müsade et" deme yöntemimdi.. sonucu konusunda konuşmak istemiyorum, benim sınırlı pazarlık zihniyetimin yeterli olmadığı ortaya çıktı.. inancım yerinden oynadı elbette, bana mahsus yapılan bir hareket olduğunu, mutlu olmaya hakkım olmadığını, 15 senedir tekrar etmekte olduğum "eğri başlayan çizgi doğru gitmez" lafının ispatı olduğunu söyledim..

yaşıyorum, hayat devam ediyor, içerisinde sen var mısın yok musun tam olarak belli değil. senin kadar sık hatırladığım bir yaşayan yok, yokluğun kadar sık hissettiğim bir başka his de.. azalmasına müsade etmiyor, kendi yaramı kendim kanatıyor değilim. aksine, benden etrafımdaki herkesin büyük bir sürat içerisinde gerçekleşmesini beklediği gibi, işe gidiyorum, eve gidiyorum, normal görünüyorum, survive ediyorum. gülüyorum, dışarı çıkıyorum, "nasılsın"lara "iyiyim, sen nasılsın?" diyorum. "içim kan ağlıyor hala, ben de ölmek istiyorum" demekten daha sağlıklı, daha inandırıcı ve daha tatmin edici buluyorlar bu tavrı. az konuşuyorum, az görüşüyorum, az anlatıyorum. akşam yatağıma yattığımda yorganı kafamın üstüne çekip seni ne kadar özlediğimi kendime anlatıyorum, ağladığımı kimsenin görmemesini garanti altına alıyorum. zaman zaman durduk yere dolan gözlerim için bir açıklama yapmak zorunda kalmamak amacıyla kaçıyorum. yaşıyorum. bu hayatın kalanının bu şekilde geçeceğini kabul ettim. "canım" dediğimde "canım" diyecek sesinin artık hiç bir zaman olmayacağını kabul ettim. kabul etmem gereken her şeyi kabul ettim diyebilirim, "gerçek" adını verdikleri her şeyi. bunun neden sana ya da bize olduğunu sorgulamayı da bıraktım. arkandan "peki ya ben?" ya da "şimdi ben sensiz.." şeklinde cümleler kuran insanlara sinirlenmeyi bile bıraktım. ilk başlarda senin etrafındaki insanların hayatlarına bu kadar hızlı devam edebilmelerine, facebook'ta bir şeyler yazıp sonuna gülen suratlar koyabilmelerine bile sinirlenirken, sinirlenmeyi bıraktım. hayal ettiklerimizi, yarım kalanları, yapamadıklarımızı hala düşünüyorum elbette ama "kısmet değilmiş" demeyi öğrendim..

en içime sindiremediğim, beni en çok üzen sanırım, hayatımın başka hiç bir döneminde, başka hiç kimsenin yanında, gerçekten hiç hissetmediğim o yakıcı mutluluk hissini yaşamış ve bir daha yaşamayacağını biliyor olmak. buna kimse inanmak istemiyor, bilemezsin diyorlar bana, ya da yerine muadil mutluluklar olduğunu söylüyorlar ama anlatamıyorum bunun öyle bir şey olmadığını.. bir söz vardı "never the time, place and the loved one together" diye, onu yalanlar gibiydi işte, her şey tamamdı, time-place ve loved one..

my loved one..

seni çok özlüyorum.