21 Kasım 2010 Pazar

insanity

aşkın belki de en sevdiğim hali bu olduğundan burada tıkılıp kalacağım. kendime bir kere daha bunu yapacağım. böyle kanayacağım. 

ikimizde hasta ruhlu insanlar olduğumuzdan biraraya geldik zaten. yalnız ben görüntüyü kurtardığımdan kimse anlayamadı ne buldum sende, nasıl anlaştın benimle..

kesikler içinde birbirimize sarıldığımızı (senin dışında, benim içimde milyonlarca milyonlarca milyonlarca), tam anlamıyla bir kan kardeşliği kurduğumuzu, yara kardeşi, kabuk kardeşi, acı kardeşi olduğumuzu kimse anlayamadı.

neye aşk dediğimi, neye aşık olabildiğimi anlatmak nasıl mümkün olabilirdi ki? 

senin ve benim üzerimden akan (benden akanların çoğu senindi) kanların içerisinde birbirimizi soyup yıkadığımız o geceyi hayatım boyunca unutamayacağım elbette.. benim kırdığım camlar ve senin kırdığın kapılar.. 

ambulans, polis, itfaiye.. 

utanmadık. 

yerde saçlarım ve eşyalarım.. 
bir litre kolonyanın evi sarmış kokusu.. 
delilik bunlar.. 
tüm bunlar delilik.. 
çığlık çığlığa ağlayışımın arasına karışan yalvarışların.. 
yeter artık.. 
yetmez.. 
yetmez çünkü buraya kadar gelmeden önce yeteceğini düşünmeli insan.. 
buraya kadar geldikten sonra ise ancak itfaiye söndürebilir beni..
kim daha deli? 
kim daha kesik? 
kim daha çok acır, kaçar, bağırır, 
kim daha çok acıtır, kovalar, ağlar söyle.. 
seni deli zannetmeleri çok acıklı. 
kim daha çok aşık olabilir? 
buna kim aşk diyebilir?
hastalık bu.

kanlar içerisinde birbirimize sarıldığımızı gören insanlar bizden tiksindiler. birbirimize böyle küfürler ettiğimizi, ağza alınmayacak hakaretler ile tüm mahalleyi inlettiğimizi duyanlar şaşırdılar. kimse kimseden bu kadar nefret edemezdi onlara göre.

başkalarını tiksindirecek kadar çok sevebilmiş olduğumuz için gizli bir haz duyduğumu itiraf etmeliyim.

kimse kimseye bunları yaptıktan sonra, evet saatler sonra, gün ağarırken ancak karakoldan çıkıp, sokak ortasında tekrar kavga etmeye başlayıp ancak kavga etmekten tamamen tükendikten sonra eve elele gidemezdi. 
belki de kontrolsüz kalmayı başabilse herkes giderdi.

hiç bir kuralın olmadığı bir şeydi yaşanan, bir tek kural vardı: yalnız uyunamazdı.
kavga büyük, sorun çözümsüz, nefret yakıcı olabilirdi ancak unutulmaması gereken tek gerçek tüm bunların adına aşk dediğimiz psikopatlığın gölgesinde gerçekleştiği ve adı aşk olduğu sürece yalnız yatılamayacağı idi.
ve sonra nasıl oluyorsa tüm cevapsız soruları unutturuyordu ten..

bir gece sen benden gerçekten artık ölesiye nefret ederek (elbette hatırlamadığım ve muhtemelen çok anlamsız bir nedenden) kanepede yattığında, diğer kanepeden sen uyurken elini tutmuştum.. elini tuttuğumu fark etmemiştin ama uyandığında elini elimde bulmuştun, sabah uyandığımda bende seni bana sarılmış uyurken..
bitmişti. 
çözülmüştü. 
sabah beni öpüyordun ve ben seni seviyordum. 
ten seni seviyordu. 
göz, dudak, el, saç seni seviyordu. 
hepsi seni istiyordu. 
kalp seni seviyordu. 
sen yokken içerisinde bir matkap var gibiydi ve buna dayanamıyordu.

sana demiştim ki, bir gün seni terk etmek beni öldürecek kadar acıtmayacak ve seni o zaman terk edeceğim.

ettim.

canım ölesiye acıyor sevgilim. ancak öldürmüyor. işte bu sebeple seni terk ettim.

hayatını zindan etmekten bıktığımdan, bu cehennemi hak edecek hiç bir şey yapmamış olduğumuza inanmak istediğimden (elbette hak ettik ancak buna inanmak istiyorum..) terk ettim. 

şimdi buna ne isim verirler bilmiyorum. ben hastalık diyorum. haddini(haddimizi) aşan bir tutkuyla, yanarak sana geldiğimi, senin yanında ise merhem bulmak yerine küle dönmek üzere olduğumu düşünüyorum. 
aklımın, ruhumun, bedenimin yandığını gerçekten hissettim. alevlerini hissettim. dayanılmaz bir hal aldım. 
hem aşktan hem acıdan yandım. 

dışarıdan bakıldığında nasıl görünebileceği konusunda hiç bir fikrim yok. belki de son derece sıradan. belki de caner'in kafasında viski bardağı kırması kadar bişey. ne diyeceğimi bilemedim. bişey işte. caner kadar, viski bardağı kadar, kafada kırmak kadar bişey. bana öyle gelmedi. acınası gelmedi. birileri sana acıyorum dediğinde içimde gizliden gizliye hem makdul hem de katil olmanın hazzı vardı. bir yanlışlık vardı, böyle olmamalıydı elbette, hayat mutlu olmak istemek üzerine kurulmalıydı ve o mutluluk hayallerinin dayatıldığı bir şekil vardı ve o şekil kareyse biz yuvarlaktık. uymuyorduk. öğretilen, beklenen, istenen hiç bir şeye uymuyorduk. ve ben pes ettim. sanırım söylenmesi gereken en doğru kelime bu. 

pes. 

pes etmem ise çok normal bir zamanımıza denk geldiğinden sende büyük şaşkınlık yarattı. artık büyük kavgalar bitip soğuk savaşlar başladığında, sessiz kavgalar başladığında, kavga etmemek için telefona çıkmadığında bitti. sensiz ölecek gibi hissetmediğimde, artık içim öyle yanmadığında bitti. ve böylece şimdi yeniden yanıyorum. bu kez özlem var.

bu manyaklığın nesini özlediğimi inan ben de bilmiyorum. sadece senin de beni özlediğini biliyorum. bu tuhaf şeyi (aşk koyduk ya adını) neden istediğimizi bilmiyorum. acı çekmeyi neden bu kadar sevdiğimizi ve bu acı çekme fiilini bu kadar tatmin edebilecek insanları nası denk getirdiğimizi bilmiyorum. elbette herhangi bir insan böyle canımı yakamaz, buna izin veremem. seni nasıl olup da bu kadar çok sevdiğimi bilmiyorum.

rüya gibiydi sözü genellikle güzel anılar için söylenir, bense o alevler içinde geceye baktığımda bir türlü kabus gibiydi diyemiyorum. yanında geçirdiğim zamana, göz yaşlarına ve kavgalara baktığımda içindeyken kabus demek çok kolay olmuştu şimdiyse diyemiyorum.
yazdıklarımı tekrar okuyunca kendime teşhis koyasım geliyor ve derhal vazgeçip en alta geri dönüyorum. bir gecede senin olduğun şehre iki kere gelecek kadar aşık olabildiğim için, yanımda sen olmadan nefes alamadığım günler için, ne yaşanmış olursa olsun bir minnet duyuyorum çünkü artık iyice anladım ki ben ancak bu şekilde yaşadığımdan emin olabiliyorum. evet "idare lambası" bana göre değil.

kendimize yarattığımız dil içerisinde aşk yerine, sevgili yerine, sevişmek yerine bulduğumuz tüm kelimeler ve diğer uydurduğumuz sözcükler ile kendi kendime konuşabiliyorum şimdi. seni çok özledim yerine bir şey bulmamış olmamıza ise şaşırıyorum. 

sanki sen ölmüşsün gibi, sanki ben ölmüşüm gibi, sanki bir daha hiç aşık olmayacakmışım ve bu bizim adımıza boktan, insanlık adına büyük bir adımmış gibi.
aşk da insanlar kadar ölümlü ve acı kadar geçici. 

bu sebeple, ben sinem, bekliyorum. bir manyak olduğumu kabul etmekte hiç bir sakınca görmüyorum ancak yaralarını öpmeyi özlüyorum. hepsi bu.

(bu hikayede anlatılanlar eksik, yalan yanlış, şiddet ve korku unsuru içeren, saf bir deliliğe ait gibi görünen, 13 yaş altı çocuğun sinirini oynatabilecek ve annemi üzebilecek cinsten olabilir. abartmayı severim herkes bilir ancak g. o inek gerçekti kanka, dün gibi möö'sü kulağımda)

17 Kasım 2010 Çarşamba

bir derdim var bin dermana değişmem

dağılırım. toplanırım.
ancak parçalar halinde yaşamaktan yorulmuş olabilirim.
bu beni içinden çıkmış olduğum bir takım hataların aslında doğru olduğu ve şimdiki zamanın bir hata olduğu yanılsamasına sürüklüyor.
sürüklenmiyorum aslında, sürünüyorum.
geçmişin şimdiki zamandan daha doğru gelmesi hiç iyi değil.
hiç hiç.
bunun sebebi geçmiş zamanın geçmişte kalması ve şimdiki zamanın canımı sıkması.
oysaki şimdiki zamanın sebebi, geçmiş zamanın geçmişte canımı sıkıyor olması idi.

döngüdeyim deva bulamam..

buaralar buna taktım "bir derdim var bin devaya değişmem". kendime devalardan deva beğenemediğimden derdime tutunuyorum hırsla. nitekim dertlerden dert beğenmek konusunda çok daha başarılıyım (aşikar)..

salonda iki valiz. bir kısmı bahar kıyafetleri bir kısmı yaz. yerde duruyor.
bu salon benim değil.
gardrobun üzerinde uluslararası ebatta bir valiz. yazlıklar.
gardrop benim değil.
3 kapılı gardrobun 2 kapısında semi-kışlık (literatüre yeni kattım hayrını görün) ve kışlıkların bir kısmı asılı, toplanmayı bekliyor.
gardrobun içinde bir valiz. çok kışlıklar. taşınacağım yerde hava çok sıcak olacağından benimle gelmeyecekler. benim olmayan gardropta gelebileceğim kış günlerini bekliyor.
oda benim değil.

bir şarkı sözü yazdım kardeşim ve abisi için. durum biraz karışık, kardeşimin abisi benim görümcem olur desem yeridir, öyle böyle değil bu akrabalık mevzuları, derhal geçiyorum. yalnız bu görümcem olan kardeşimin abisi ile ortak bir çocukluk paydamız var ki, paranteze alsak içi boş kalır, öyle ortak..o istedi şarkı sözünü, biri klasik gitar çalıyor, biri elektro gitar, bana da pianodan 3 nota verdiler, bas bas dur.. bari dedim bildiğim bir şeyler yapayım, o dedi madem öyle yazıver söz, ikimize ortak bir söz yazdım "a place to call home". ortak payda, ortak söz, ortak hasret aslında belki de.. a place to call home.

kaç aydır böyle? kaç yıl? kaç yaş..
eşyaların birazı bir yerde, birazı bir yerde, ben bi bu evde, bi öbür evde.. dön bak geriye, ömür geçmiş bu şekilde. bu cephede yeni bir şey yine yok velhasıl..

ancak artık sanırım toplanmak istiyorum. tamamımı bir araya getirmek.
bir senedir görmediğim kitaplarımı kolilerinden çıkartmak.
kendime ait bir eve yerleşmek. evet "kendine ait bir oda"dan fazlasında gözüm var ne yalan söyleyeyim. hiç olmazsa bir oda bir salon olsun, benim olsun..

topla beni çarpıcam yoksa.

6 Kasım 2010 Cumartesi

reset ya resulullah

Merhaba. Benim adım Sinem. Bekliyorum.
Önemli olan bu değil. Çünkü "beklemek" başladığında zaman çok yavaşlıyor ve bu yavaşlık içerisinde düzgün bir ivme ile her şey önemini yitiriyor.
Düzgün olan tek şey de bu zaten.
Beklemek ile ilgili kurulmuş felsefi cümlelerin hepsi tek teker yaparak resmi geçit yapıyor önümde.
Ben yavaşım. Sen ise sokakta "abla sen pille mi çalışıyorsun?" diye soran tüyü bitmemiş yetimlerin hışmına uğruyorsun. Ancak birimiz fazla yavaş birimiz fazla hızlı, neticede bir uyumsuzluk söz konusu. Yok yok, sen ve ben değil, onlar ve biz..
Peki ben neyi bekliyorum, sen nereye koşuyorsun?
Sihirli değneği olan peri bugün gelse değneği kıçına sokucam nerdeydin şimdiye kadar diye, onu bekliyorum ben.
Şişeden cin çıksa, şişeyle bong yapıcam, cini içicem, dağa kaçıcam..
Tabi şöyle de bi durum var ki, dağdan yeni geldim ben, niye yine böyleyim?
Bu sabah şunu düşündüm; klozetlerden klozet beğenmeyen bohem ve beyaz kıçlarımız, yine de "yarım" evlerde mutlu olmayı başarabiliyor ama o yarım evlerin içindeki yarım insanlarla mutlu olamıyor.
Neden?
Çünkü bir hasrettir gidiyor tamamlanmaya, 2 yarımdan da bir tam çıkmıyor.
Tamamlanmaya çalıştıkça her şey eksiliyor. eksiliyor eksiliyor bitmiyor. Bu daha da kötü..
Eskimek, buruşmak, kırışmak, çirkinleşmek..
Nükleer yardımcım attan düşen bir başbakan ile scooterdan düşen bir başkanın insafını bekliyor.
Sonra her şey "puff".. "PAAT" da olur. Ya da bozkırın göbeğine düşen bir "güp" sesi daha da şahane değil mi?
Sonra sonsuz bir sessizlik..
Merhaba. Ben Sinem. Bekliyorum.
Kesik, bir kitap adı değil artık. Benim hayatım.
Göğsümde, sol mememin üzerinde yatıyor.
Sol kolumda.
Sol bileğimde.
Kesik, bir bütünü parçalayan o ufak çizgi, her şeyi değiştiriyor. Bir tam olmuyor bir kesikle hiç bir şey.
Ve sevgilim yüzlerce kesikle karşımda, onu dikiyorum sabahlara kadar, dikiyorum dikiyorum kapanmıyor kesik..
Bekliyorum..
Neydi o temiz bir sayfa açma zırvası?
Koca koca doktorlar aldılar vizite paralarını da nası yediler bizi "ama sen güneşin doğuşu ne güzel biliyo musun yavrum" diye diye..
helal olsun diyorum onlara, bize, bizi onlara götürenlere, o parayı verenlere..
Ama sen güneşin batışı, dalga sesi, kuş sesi, dağ havası, efendime söyliyim, bir kalemin bir kağıt üzerindeki hışırtısı ne güzel biliyor musun?
Yok, bilmiyorum, kavanozda yetiştim ben, dolaptaydım henüz çıktım ilk size geldim amca, baba desem sakıncası yoktur eminim, nitekim ancak babam olsanız bu kadar rahat davranırsınız karşımda..
hahahaha
bu kısacık ümitlenmeler yüzünden hayatım sikilmiş benim, sen bunu biliyor musun peki?
az kalsın dünyanın güzel ve yaşanası bir yer olduğu yalanına inanacaktım..
gerçi şunu kabul etmem lazım, dünya birilerine güzel, parlak, ılık, mutlu, sakin, huzurlu..
Benim için ise bir "sen soktun sen çıkar yarabbim" duası..
Ellerimizi yukarı doğru kaldırıyoruz şimdi ve 3 kere tekrar ediyoruz:
reset ya resulullah