27 Mart 2009 Cuma

lustral


2 gündür gece gündüz, kesintisiz jehan barbur dinliyorum, "gidersen" beni alıyor, çoook uzaklara götürüp bırakıyor.

bugün 27-MART-2009, 28 yaşındayım ve bu sabah saçımdaki ilk beyaz teli buldum.
Açıkçası biraz şaşırdım.

bu akşam marmaris'e gidiyorum, bir haftadır bunun etkisi ile zor günler geçiriyorum, bu akşam bir nihayete erecek bu "bekleyiş". tam olarak neden korktuğumu bilmiyorum, gözümde tekrar tekrar direk onun sokağına gitmek, o sokağı bir başından bir başına araba ile geçmek, belki kapısının önünde biraz durmak canlanıyor, canım yanıyor. manyak olduğumu biliyorum. kimseden bununla ilgili bir şey duymaya ihtiyacım yok.


bel, boyun ve sırt ağrılarım sebebiyle gittiğim romotoloji uzmanı bana antidepresan yazdı, gülsem mi ağlasam mı bilmiyorum.

bir sene evvel olsa bu sabah nasıl hissederdim,
dün akşam nasıl?

bu akşam nasıl olurdum?
kim karşılardı beni?
ne yapardım?..

tanrım, ne çok özledim..

26 Mart 2009 Perşembe

eskiden, çok eskiden..


"Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın
Denizler ortasında bak yelkensiz bıraktın
Öylesine yıktınki bütün inançlarımı
Beni sensiz bıraktın, beni bensiz bıraktın"


sabah sabah nerden çıktı geldi bu tarihin tozlu rafları şeklinde betimlenebilecek şarkı ve beni buldu bilmiyorum ama geldi ve buldu işte, elden ne gelir ki..

24 Mart 2009 Salı

to g.

çok eskiden bildiğimiz bir şiir bu, belki senin çoktan unuttuğun, benimse sıklıkla bu ruh hallerinde hatırlayıp yeniden okuduğum..al bakalım

ben ne zaman yalnız kaldım bilmiyorum
ne tuhaf vaktim olmazdı
yalnızlığı bunca bilirken
kendimi hiç yalnız sanmazdım
çevremde hep birileri vardı
ben hep birilerinin yanındaydım
günler belirsiz bir gelecek için neredeyse
kendiliğinden hazırlanırdı
aramızda gidip gelen gündelik armağanlarla
kendi kendini taşıyan bir ırmağın akıntısında hayat
bizi kendi sahillerimize ulaştırırdı
bazı evlerden taşınırdık,bazı insanlar girip çıkardı
hayatımıza
bazı mektuplar alırdık,bazı sözler,çiçek selamları,
sonraları bazı tanıdıklarımızın ölümleriyle de
karsılaştık
elde olmayan nedenler
sudaki halkalar gibi genişleyen
küçük alınganlıklardan büyük dargınlıklara
vazgeçişler,unutuşlar,kayıplar
birbirimizi çok sevdik hep
yıllarla azala azala

şimdi ne zaman yalnız kaldığımı düşünsem
yalnız olmadığımı kanıtlamak istiyorum kendime
eskiden iki albüme sığdırdığım hayatım
simdi sığmıyor eksilenlerle çoğalmış fotoğraflara
telefonun basına geçiyorum
alt alta dizilmiş onca ad arasında seken ömür parçası
gün oluyor meşgul numaralarla
şimdi ne zaman yalnız olduğumu düşünsem
şimdi ne kadar yalnız....
yalnız olduğumu anlamam için beni hiç yalnız
bırakmadınız

ben ne zaman yalnız kaldım bilmiyorum,
her zaman yalnızdım bunu biliyorum
en çok ben onardım dostlukları, en çok benim elim dikiş
tuttu
bağışlamasız sanırken kendimi
en çok ben unuttum kalbimin benden sakladıklarını
tığla içeri çektim takılmış kazakların ipini
denenmemiş başlangıçları göze aldım,
hafifletilmiş hasarları, görmezden gelinen enkazı
mutfağı beklemek hep bana kaldı
bir şiirden bir romandan bir filmden çıkıp
her seferinde aydınlık bir inat gibi yeniden karıştım
hayata
hiç el değmemiş gibi yeniden konuk geldim
odalarınıza,ruhlarınıza,
buraya

eski aşklarım neredesiniz? hepinizi özledim.
şimdi birdenbire köşeden çıkıp bana
yalnızca, Merhaba, deseniz
o zamanlar hiç mutlu etmediğiniz kadar mutlu edersiniz
bir zamanlar bütün ağladıklarımı geri verebilirim size
sağ olun, demek isterim, sağ olun, sağ olun
sanki beni yeniden sevdiniz
ama biliyorum, pis bir yağmur başlıyor,şemsiyem yok
yanımda
isterseniz kederdeki bütünlük diyelim buna
ne kadar ıslansam o kadar çıkacağım sanki
bir zamanlar çok daha bütün olduğumu sandığım
o yıkanmış zamanlara...

yeni değil keşfine gençlik verilmiş gerçekler
her zaman yalnızdım
kitaplar kadar yalnız
yalnızca yalnızlığımdan gürültücü bir kalabalık yaptım
herkes için farklı aldanışlar, kurtarılmış hayatlar
yok pahasına

her zaman yalnızdım
yanardağlar kadar yalnız
ey kafiye sevenler
simdi beni gökyüzünde bir yıldız sananlar, yanıldınız

nankörlük etmeyeyim gene de
yalnızlığımı daha az hissettiğim anlarım oldu yalnız

evimde hep aynı anda çalar telefonla kapı
gene öyle oluyor,hiç yalnız bırakmazlar beni
yalnızlık bilgisiyle çatılmış arkadaşlıkların
korunaklı bölgesinde
yalnızlık için çalar telefonlar kapılar
istersen bana uğra,ya da, aksama buluşalım
ölmeden yapacak çok iş var...

(mumu)

bu sabah gelen bir mailden:

hiçbir şey için "benimdir" deme, sadece de ki "yanımdadır"

çünkü ne altın,
ne toprak,
ne sevgili,
ne hayat,
ne ölüm,
ne huzur,
ne de keder

Daima seninle kalmaz


H.Lawrence

zaman nasıl bu hızla geçiyor?

Anılarımızı geri çağırdığımda gözümün önüne gülmekte olan ben geliyorum. Kaybolmasından korktuğum imgen ise daha ziyade bir his, şimdi adını mutluluk ile eşdeğer andığım..

Senin zil sesin olan şarkı bu, adı “Bana müsaade beyler”.


Bir sürü gün, bir sürü yerde, duyuyorum, telefonun çalıyor.

Açıyorum, sana uzatıyorum, sen cebinden çıkartıp açıyorsun, ekrana bakıp açmıyorsun, soruyorum “kim” diye, tanıdığım bir isim söylüyorsun, elinden plastik masanın üzerine bırakıyorsun, çalıyor..


Sevmiyoruz aslında çalmasını, aranmayı, bulunmayı, yalanlar söylemek zorunda kalmayı, kimsecikleri…


Ama şarkıyı seviyoruz, bırakıyoruz arasınlar bizi uzun uzun, biz de dinleyelim sonuna kadar. Kaçak çay, sabah suyu, şaşırtan sıcaklıkta bir şubat güneşi ile..


Ama işte artık bunu biliyorum, kış güneşiydi o.. Kıştı ve her şey bir kandırmacadan ibaretti, sonsuza kadar olabilir sanabilecek kadar ufaktım halâ ve beklemiyordum bir Kasım sabahı, bu hızla büyümeyi.. (21.03.09)

20 Mart 2009 Cuma

ters ışık

yt

Saçlarımın boynuna geçti ipek sicim
Gömleğinin bir kolunu darağacı belledim
Bir ucu sen paslı makasın bir ucu bendim
Sığ yüzüne kapattığın saçlarımı kestim

18 Mart 2009 Çarşamba

"YES, THAT BITCH IS A PART OF ME"

n. yazınca chris cornell, "no that bitch ain't no part of me" diye, bende bir bakayım dedim, güzel miymiş şarkı bu kadar, baktım güzelmiş. dile pelesenkmiş filan. iş yerinde açıp dinlemek zevkliymiş.. neyse bunlar olalı baya zaman oldu, şarkıya radyoda her rastladığımda açıp eşlik ettim, eğlendim coştum kendi kendime. olay bu değil..

bu günlerde, her iş yerinde başıma gelen oldu ve ben yine hiç üzerime vazife olmayan bir iş için, "madem eşşek aldık niçin semer vurmuyoruz" mantığına kurban gittim. bu çok enteresan, insanın iş yaşantısı nasıl başlarsa öyle gidiyor sanırım. G. mesela, girdiği hiç bir iş yerinden zamanında maaşını alamamak konusunda inanılmaz bir istikrar sahibi iken, ben bu sorunu maaş değil semer hususunda yaşıyorum. acaba bizde mi bir sorun var bilemiyorum..her yerde başıma aynısı geliyor. şimdi cumartesi günümü adana hilton'da bir kongrede geçirecek olmam da buna işaret ediyor. ve ben hemen sıkılıyorum. içim bunalıyor. kafam bulanıyor. hemen kaçmak istiyorum.. kaçabilirim de aslında, ama kaçamıyorum..tamamen "yetti beaaah" kıvamına gelene kadar bekliyorum. ama o "bekleme" aşamasına girmeyi de hiç sevmiyorum. çünkü hayatımın hiç bir alanında çekilir bir halim kalmıyor. gene kıllıklar yapmaya başladım bile.. geç geliyorum, iş verildiğinde "neden yapıyoruz" gibi bir sorguya giriyorum, yavaşlıyorum, yavaşlatıyorum. normalde olduğumdan çok kötü bir çalışan oluveriyorum hemen. yani şöyle ki, "pazarlamacı yok, ankara'da seni bir kaç yere göndersek olur mu?" diye soran insandan, "perşembe akşamı adana'ya gidiyorsun, cumartesi akşam da dönersin" diyen adama geçiş yapılırken, ben de "bir dahki sefere malınızın neden geciktiğini merak ederseniz direk iş yeri sahibi ile görüşün, malzemeleri yurtdışından ben getirmiyorum" diyen çalışana geçiş yapmış oluyorum.. iyi değil, sevmiyorum böyle olmasını.

ve sonra şarkıyı "yes, that bitch is a part of me" olarak söylemeye başladım. çünkü gerçek bu. bir tarafım (beynimizi düşünürsek ön loba tekabül eder bu "taraf") o "bitch" olma halini her daim korumakla birlikte sadece nadiren ortaya çıkartmayı tercih ediyor. ama kafam öyle çok kolay çalışıyor ve ben o hale çok kolay bürünebiliyorum.. tercih etmiyor olmam onun benim bir parçam olmadığı anlamına gelmiyor. üstelik severim de kendisini, çok faydasını da gördüm..

bu entellektüel yazıma şiirsel bir son vermek istiyorum, bildiğin copy paste ile..

ozaman si yu leytır..

16 Mart 2009 Pazartesi

haftasonu hava dengesizliği, varoşların hintlisi ve pazartesi sabahının olmaz olması hk.

Sayın Yetkili,

bir haftanın daha sonuna, bir diğerinin başına, ömrümün yeni bir pazartesi sabahına girdiğimiz, hatta saati 4 ettiğimiz ve bunu müteakip işten çıkmamıza 2.5 saat kalmasını yurtta ve tüm dünyada kutlamakta olduğumuz şu esnada, adi balkanlardan gelmekte olduğunu tahmin ettiğim yeni bir soğuk hava dalgasının etkisi ile ruh halim de dalgalanmakta, iki güneş görerek kendisine gelmekte olan bilincim yeniden depresyonun karanlık sularına doğru çekilmekte ve bana hay amına koim dedirtmekte..

aslında bu özet yeterli diyerek yazıma tek cümle, uzun bir paragraf ile yapmış olduğum girişle yetinebilir, gelişme ve sonucu ise yapmış olduğum iyi ortaya vurulacak gol hamlesini yapacak kişiye devredebilirim. ama öyle yapmayacağım.

cumartesi sabahı önce ingilterenin puslu havalarına benzediğini tahmin ettiğim, çünkü bizzat kendi gözümle hiç ingiltere puslu havası görmediğim ama her yerde bahsini işittiğim bir hava ile karşılaştım. akabinde bildiğiniz yaz güneşi çıktı, oley derken kar yağdı, derken tekrar güneş çıktı kar eridi falan filan. hava bi tuhaf olmuş. ben de oldum.

sonra, pazar sabahı da diz boyu kar vardı.

yani bahar geldi sevincine her sene olduğu gibi bu sene de erken kapılmış olmamızın sonucunda boyumuzun ölçüsünü aldık. geçen seneden bu yana uzamamışız, bunu anladık.

uzundur izlemek isteyip izleyemediğim, vaktinde başlayıp yarım bırakmış olduğum muhteşem çizgifilm Avatar'ın "water" sezonunu bitirdim. çok güzeldi hakkaten. eksik bölümler vardı içlerinde, onları da en kısa zamanda tamamlayacağım.. neyse, su bükme konusunda kafamda herhangi bir soru işareti kalmadı..

bu haftasonunun diğer izleme aktivitesi ise şanı almış yürümüş olan "slumdog millionnaire" idi.
güzel filmmiş hakkaten. hintliler beğenmemiş, okadar fakir miyiz ulan biz demiş. filme bakınca düşünüyor insan, değilseniz bunlar kim? buralar nereler? hani tabi şöle bi durum var, öyle bir istanbul çekersin ki, gören bir tane karaçarşafsız kadın yok, herkes sefalet içerisinde sürünüyor ve iq seviyeleri hususunda çeşitli vidyolar izlemiş olduğumuz, üçgenin kaç kenarı olduğunu bilemeyen amerikalılar gibi ülke genelinde deve ile seyahat ediyoruz filan zanneder. belki de hindistan'ın da başına gelen budur, bundan yakınıyorlardır bilemiyorum. şimdi bu film hindistan turizmine vurulmuş bir balta, üzerine çalınmış bir kara mıdır? bence değildir. Esasen aklımızdaki hindistan imgesinden çok da uzak bir görsel de değildir. filmin hikayesine diyecek yok, senaryo konusunda beni gayet memnun etti. yani memnun etti derken, şok etmedi, hayretlere gark etmedi, havalara uçurmadı ama güzeldi. (zaten galiba artık öyle bir beklenti ile film de izlemiyoruz. "sıkılmasam yeter"e indirgenmiş beklenti seviyesi ile nerdeyse izlediğim her filme güzel der oldum.. ) çocukluk hallerini bilhassa çok beğendim. "polisten kaçan piçler" kısmının çok güzel çekildiğini düşündüm. bir aşk hikayesi anlatıyor olmasına rağmen, hissettirmeden anlatmış olmasını sevdim. velhasıl güzel olmuş, afferin. :)

bu güzel film üzerine bir de lüzumsuzluk yapıp "nasolsa var" diyerek recep ivedik 2'yi de izleyeyim dedim. aslında mısırı patlatmış bulundum, bi tane "omurilikten" izlenecek film lazımdı, hadi onu açayım dedim. allah belamı versin diyerek hislerimi açıklayabilirim. avamdı, bayağıydı onları geçiyorum, onlar beklediklerimdi. ama bunun yanı sıra, misal insan küfüre de gülebilir, zekice en azından 1 adet espri olur anımsarsın filan di mi? hiç bir şey yoktu. komik hiç bir şey, ilginç hiçbir şey, ayılar hakkında sosyolojik gözlem yapayım desen o bile yoktu. daha kötü bir türk filmi izlediğimi hatırlamıyorum. gerçekten, düşünüyorum, aklıma gelmiyor. ben ki türk filmi izler bi insanım, buna yaklaşabilecek bir kötülükte film bile hatırlamıyorum. her şey bundan iyi olabilir diyerek sözlerime son vereyim.

vermeyeyim. başka bişey söylemek istiyorum. halkı anlamaya çalışacak değilim. çok uzun zaman önce bıraktım onları kendi hallerine. melih gökçek yine belediye başkanı seçilecek aha buraya yazıyorum, recep ivedik'i de sevebilir, beğenebilirler. ama esas bir mana veremediğim köşe yazarlarıdır. "itiraf ediyorum, recep ivedik'i beğendim" yazmış bir köşe yazarı okudum. okudum derken bu kadarını okudum, yetti bana. bir kısmı izlemiş, beğenmiş, itiraf edememiş, bir kısmı itiraf da etmiş, çok gülmüş. nasıl oluyor yahu? nasıl oluyor da bu memleketin okumuş-yazmış insanı beğenebiliyor bu filmi? bunu sorgulamak çok mu abes? zevkler ve renkler mi? yoksa zeka pırıltıları mı? tartışmamak mı lazım bunu? günlük hayatta var olan bunca recep ivedik arasında yaşamıyor mu bu insanlar? kızılay'da karşıdan elini cebine sokmuş, oynaya oynaya gelen adamları gördüklerinde de ahahahahahahaha ne komik mi diyorlar? şunu da eklemezsem çatlarım, bence zohan da bir okadar kötü, izlenmez ve komik olmaktan çoook uzak.

İnsan film izleyip canını sıkar mı, ben sıktım.
Bi de ring'i izlediğimde bu hisse kapılmıştım. "Manyak mıyım ben hem para veriyorum hem gece gözüme uyku girmiyor bu yüzden" diyerek..

Bunun dışında; babanne poğaçası (maydonoz ve beyaz peynirli) ve fındıklı-çikolatalı kek yaptım. Bakery dalından ürünler vermeye devam ediyorum. Poğaça konusunda biraz daha çalışmam lazım. ama belki de çalışmam. Yedik bitti bile..

Ve işte, muhteşem kayganlıkta ve beyazlıktaki çarşaflarım ile tüy gibi hafif lakin soba gibi sıcak yorganımın arasından sıyrılarak işe geldim. Yine bir pazartesi, dışarıda hayvan gibi kar yağıyor olmasına hiç bir mana veremiyorum. Belki halk bunu da komik buluyordur. Ben bulmuyorum.

fat cyborg

günün atasözü:

bir japon harakiri ustasının dediği gibi: bunu yalnızca bir kere göstericem, iyice ögrenin.


yazının devamı için: http://www.fatcyborg.blogspot.com/

9 Mart 2009 Pazartesi

"kışbit" protestosuna gerek kalmadı sanıyorum.
bahar geliyor sanki. hava ılındı. herkes bundan bahsediyor. ne yorucu, sıkıcı soğuklar.
yeniden mekandışı sürdürülebilecek sohbetlerin zamanı geliyor.
içine kapanmadan yaşayabileceğin bir kaç ay.
benim üzerimde bu sene tuhaf bir etkisi var bunun. üzerimde yelekle paşa'yı dolaştırdığım ve içime akşamdan kalma yağmur kokusu ile sabahın ılık havasını çektiğim bu ilk baharımsı günde, yine elbette aklımda sen vardın..sensiz geçecek ilk yaz.
yakında yanına geleceğim, sana sarılıp biraz uzanacağım ve bu bir avuntu olmaktan çok uzak.

cumartesi bir kaç saat bahçeyi temizledim. insanı iyileştiren bir etkisi var hakkaten bu bağ bahçe işlerinin. "bahçıvanman"ın bunca neşeli bir kimse olmasına şaşmamak gerek..

2 sene evvel diktiğim laleler yine çıkıyorlar. bir de ankara'da yetişmez diyorlardı..
eğer paşa onların soğanlarını yemeye çalışmazsa 1 ay sonra yine çok güzel lalelerim olacak tahmin ediyorum..

kimseyle görüşmez olmamın sebebini buldum; tüm insanlık ilişkileri içerisinde bir miktar tahammül gerektiriyor. az ya da çok, ama muhakkak tahammüllü olmak gerekiyor. ben tahammül etmem gereken insanları görmeye mecbur olduklarım ile sınırladım. bunlar iş ve ev insanları olarak standart. geri kalanlar ise, yani şimdiye kadar sevdiğimden görüştüğüm ve aynı sebeple tahammülde ettiklerim ve görmeye mecbur olmadıklarım. onları artık görmüyorum.
bu "artık" zamanlaması f.'den sonra olarak belirlenebilir sanıyorum. kimseye tahammül etmek istemiyorum, az ya da çok. sevdiğim için göstermem gereken o sabır yerine "seni uzaktan sevmek, aşkların en güzeli"ne geçiş yaptım. hepsini hala seviyor olabilirim, ama bu tahammül gerçeğini değiştirmiyor. bir çeşit tükeniş bu. bir zaman dilimi.
bahar gelecek, sıcak olacak ve belki geçecek.. belki.
sonra, belki ben de n. kadar şanslı olur ve geri döndüğümde onları oldukları yerde, dönülebilecek bir yerde bulurum, belki de bulamam, ozaman da canları sağolsun derim..

8 Mart Kadınlar gününün tatil edilmesi gerektiğini söyleyen ve bunun için hepimiz adına yürümüş olan tüm kadınları tebrik ediyor, gönülden destekliyorum. bence de tatil edilmeli. hatta bununla kalınmamalı, "1. mensturasyon günü"de tatil edilmeli, önümüzdeki 8 Mart'ta yürürken bunu da eklerlerse çok memnun olucam..

son olarak; haftasonu
quantum of solace, the reader ve choke izledim.

efedim, quantum of solace son model bir james bond filmi. halâ james bond'dan ikrah gelmemiş ve omurilikten film izlemek isteyen sinema seyircisi için muhteşem bir aksiyon. içerisinde pek çok saçmasapan öğe barındıran (bir taka ile 100.000$ civarı eden sürat motorlarını haşamat etmek, alfa romeo ile aston martin yakalamak gibi) ama öte yandan "olmaz öyle şey" demeden izlerseniz de gayet keyif verecek denebilir. aksiyon manyağı etmişler hem kendilerini hem de izleyenlerini. bravo..




choke bana g.'nin söylediği gibi "berbat" gelmedi, hatta gayet eğlene seve izledim. izlediğim pek çok başka filmden güzel buldum. elbette chuck palahniuk okunduğunda bambaşka bir adam ama filmde hiç fena değildi bence. kitaptan uyarlanan filmlerin kaderi sağlam okurları tarafından kötü eleştirilmek sanırım, aksine pek rastlamıyorum.. internette bi kaç yerde "its all about getting laid" tarzı yorumlar okudum ki, bu filmden çıkarımı "yatağa karı atmak" olan sığ insan evlatlarını ayrı bir merkezde tebrik etmek isterim. kitaptan da, filmden de böyle bir sonuca varabilmek için üzerine bir kaç salise düşünüp "hmm sevişiyorlar, demek film seks ile ilgili" sonucuna varmak lazım, o bile zor. neyse, kitap zaten harikaydı ona diyecek bir şey yok bu bağlamda filmin senaryosundan gayet memnunum, öte yandan ironiden anlamayan neslea aşina değilim. alttan alta, sorguladığı ve söylediği bu kadar çok şey varken bu filme "sevişme sahneleri olmasa sıkıcı olurdu" yorumunun yapılabilmesine (kitap hiç okunmamış bile zaten) şaşırmamak lazım belki de. alışılmış hollywood dövüş-tepiş-seviş, en kahraman amerikan askeri temasından uzak olunca beğenilmemesi normal diyerek geçmek lazım herhalde. bu hususta, kitabı okuyup filmi eksik bulup bu sebeple eleştirenleri tenzih etmek lazım tabi..


the reader'a gelince, "gelinsin" demek istiyorum. filmin ilk kısmından sıkıldı h. ama ben hiç bir yerinden sıkılmadım. şaşırtıcı bir karakter olmuş kate winslet, bu şaşırtıcı karakteri ile de altın küre almış. kelimeler ile tasvir etmek zor, okadar "düz"ki, başka bir kelime bile bulamıyorum anlatmak için. düşüncesi, hareketleri, yaşantısı "düz" işte, hiçbir derinliği olmayan ve aramayan bir kadın. filmin ilk kısmının çok uzun tutulduğu iddiaları var ki bu düzlüğü anlamanın/anlatmanın başka bir yolu yok bence. "neden"leri ve bu kafada oluşan "neden?" sorularına cevap alabiliyorsunuz o ilk bölüm sayesinde. mahkeme sahneleri muhteşemdi hakkaten. neyse ben çok beğendim, en çok bunu beğendim izlediklerim içinde.

bu vesile ile bir haftasonunun daha sonuna geldik, hafta başladı. her hafta aynı "yoksa bu hafta bitmeyecek mi" paniğini yaşıyorum ama bitiyor çok şükür. bu da biter herhalde..

6 Mart 2009 Cuma

wanted

tuhaf bir tüketim alışkanlığım var.
tam anlamıyla tüketmek üzerine kurulu.
gerçekten bıkana, kendim de onunla tükenene dek tüketiyorum her ne ise o esnada ilgimi çeken.
danone çikolatalı puding, tereyağında donmuş mısır, kitap okumak, bara gitmek, dizi izlemek, örgü örmek, neyse.. abuk sabuk bişiler bulup kafamı ona takıyorum ve sonra bir anda pat diye "yemez/yapmaz" olana dek buna devam ediyorum. aslında bu listede kitap okumayı saymam büyük haksızlık elbette, hem kendime hem de kitaplara, çünkü neticede hiç bir zaman tam anlamıyla vazgeçmediğim alışkanlık olarak o duruyor. sigara içmekten bile sıkılıp bırakıyorum zaman zaman, sonra canım isterse yine içiyorum, tekrar bırakıyorum, bi tuhaf bu süreklilik arz etme/etmeme durumum..

neyse buaralar da sevgili ö.nün yaşantıma geç de olsa soktuğu "torrent" hadisesi sebebiyle aslında çok da yakını olmadığım sinema dünyasına bir yerinden daldım.. 2008den başlayayım dedim, kaçırdıklarımdan bakayım neler varmış..
ve başladım.
sex and the city movie'yi zaten sinemada izlemiştim elbette, ice age 2'yi de.. ama onların yerinin gönlümde ayrı olması sebebiyle derhal tekrar izledim.
sonra yenilere geçtim..

2008 yılına ait tuhaf bir film Wanted. İçerisinde Angelina Jolie olması benim için bir filmi adına sanına bakmaksızın izlenir yapıyor zaten. başka kim varmış, mevzu neymiş demeden, hemen diyorum, izleyelim. içten bir sevgi duyuyorum, enteresan, platonik hisler uzağımdadır ama Angelina sanırsın aileden biri.. çok uzattım lafı ama filmi zaten anlatmayacağım. imdb'den 6.9 puan almış, ben de en fazla 7 verirdim. sonu şaşırtıcı, kendisi çok aksiyonlu bol saçmalı, arada "yok anasının nikahı" sahneleri çok ama beni güldürdü o sahneler. angelina'nın arabayı yan yan kaydırırken kapıyı açıp wesley karakterini yanına bir oturtuşu var, (kucağına alıcak sandım ben ama almadı) bayıldım bayıldım..ha bir de, Angelina'nın mevcut dövmelerini de çok beğenirken, eklenmiş olanları da şahane buldum.

uzun süredir dizi izlemeye alışmış ve 50dk üzerindeki süreklilik arz eden görüntülere katlanamayan bünyem bunu da aştı ve kendini sinema dünyasına verdi şimdide. bakalım ne kadar sürecek..

5 Mart 2009 Perşembe

girl, interrupted

oh, all the mistakes..

You said you needed me
Or at least that's what I thought
At times the memories
Seem to be knocking at my door
I've seen the film a million times
Feels like I wrote the storyline
I refuse to replay
The mistakes that we made yesterday

I like to think I'm stronger now
Victim of common sense
The truth is that I know I still
Confuse the past with the present tense
Condensing what we had
To a single frame
That sticks in my mind
As I try to move on
The same image comes back every time

They were yesterdays mistakes
And they were yesterdays mistakes
Yesterday's mistakes
Somewhere

Forgive my selfishness
I'd be grateful if you can
Forget my ingratitude
You think I'm twice the girl I am
They say we should forgive
But not forget
What has gone before
I refuse to replay
The mistakes that we made yesterday

And they were yesterdays mistakes
Yesterday's mistakes
They were yesterdays mistakes

I refuse to replay
The mistakes that we made yesterday
I refuse to replay
The mistakes that we made yesterday

3 Mart 2009 Salı

hahaha




süpermiş hakkat.. şu adresten gelmiş: http://ffffound.com/