24 Ocak 2008 Perşembe

olsun

Olsun demek de zor artık
Çocuk düşlerimiz de yok artık..

15 Ocak 2008 Salı

insan yeter ki istesin..

Kaygan bir zemin üzerinde, kayarak eve geldim. Tam da olmayı sevdiğim yer gibi “kaygan zemin” ve “kayma hali”. Düşünmemeye çalıştım daha fazla, eve geldim, midem bulanıyordu, kustum. Ne kustuğumdan tam olarak emin değilim ama kustum.. en azından içimdekilerin bir kısmını çıkarmış olsam gerek. Çıkarmak istediğim kısım olduğundan emin değilim. Bildiğim, kusmaya devam edersem tamamını çıkarmama yeteceği ve mide bulantımın geçeceği. “Arkadaş”ım arkadaş olarak “görev”ini yerine getirdi, beni uyardı. Kınamadan, yargılamadan (elinden geldiğince) gördüklerini söyledi: bir şey yapman lazım. Bugünlerin olayı da bu, bir şey yapmak.. hayatını eline almalısın, bir şeyler yapmalısın kendin için. Oysa kendimi öyle kaybedesim var ki yine.. "O zaman şikayet etme olduğun halden". Şikayet etmesem de cadı görüyor yine gözlerimin ardındakini. Tehlikeyi görüyor. Kendim için yarattığım bu muhteşem kaygan zemini görüyor. Şimdilik bir yere vurmadan ilerliyorum. Eve gelip kusuyorum. Tahammül sınırlarımı zorluyorum. Var olamadığım yerde yok olmayı seçebiliyorum. Peki şimdi burada var mıyım? Yarım mıyım? Tam mıydım? Daha mı iyiydim evvelden? Daha kötü müyüm? Değilim, bundan eminim. Biraz mide bulantısı ile bunu da atlatabilirim.
Kelebekler ölüyor ta içerimde. İçerimin anlatılmaya müsait olmamasından muzdaribim. Bütün anlatmak istediklerimi çok da güzel anlatabiliyor gibi görünmekten ama gene de anlatamamış gibi kalmaktan. Her şey ne kadar da sıkıcı tanrım, nasıl böyle olabiliyor hiç anlamıyorum. Tüm eğlencesini yitirdi nefes almak, 27 senelik bir monotonluk çöküyor üzerime. Nefes al, verme, alma, vermen gerekmesin, verme, alma.. Bıkıyorum. Bıkkınlık üzerime gerçek bir karabasan olarak çöküyor, ölmeyi özleyen o yeni yetme kız oluyorum. Annem yazdıkların çok karanlık diyor, sen bi de yaşadıklarımı görsen diyorum ona.
Neden neden neden neden neden neden neden neden neden neden
Neden normal insanlar gibi olamıyorum
Tevekkül götüme mi kaçtı?
Çıksın.
Kış depresyonu diyip geçmek istiyorum buna ama bu depresyonun bahar ile son bulduğunu bile görmek istemiyorum.
Girdiği yerdeki kapıyı göstermek istiyorum girenlere, çıkmalarında zorluk olmasın diye, işte kapı, üzgünüm, bir süre –yine- tadilat nedeniyle kapalıyız ve çevreye vereceğimiz rahatsızlık rahat ettirdiğimiz günlere sayılsın demek istiyorum.
Kendimden çok mutsuzum. Kendimden çok sıkıldım. Kenan doğulu isimli ünlü türk düşünürünün de buyurmuş olduğu gibi kendimi boğasım var. Herkes rahat edicek, "even me", biliyorum.
manik
depresif
manik
depresif
manik
depresif
manik
depresif
manik
depresif
çok hızlısın bebeğim ben bile seçemiyorum
biraz dur
biraz dinlen
biraz ne sen ol
ne o
ne biz olalım
ne başkası
ne hareket olsun
ne durağanlık
ne iş yapmak gereksin
ne yapmamak boğsun
ne televizyon
ne müzik
ne yazı hatta
ne kitaplar
hiç bir şey kalmayana dek
yık
yıkıl yeniden
kalkmak mı? bakarız.. insan yeter ki istesin..

14 Ocak 2008 Pazartesi

II.

II.
Nerede kapanır gözlerin bu gece, nerede üşürsün kim bilir. Ben “keşke özlemesem” lerde oturuyorum. Kapattığım gözlerimin çoktan unuttuğu uykuyu anımsayacak bir şeyler arıyorum. Yazdıklarımı siliyorum, sildiklerimi yazıyorum en baştan. Aynı şarkıları dinliyorum, aynı sokağa bakıyorum, gece boyunca uyuyanları izliyorum. Evlerde kalan son ışıklara bakıyorum, benim gibi bir tane daha arıadım bunca yıl, benimle beraber geceyi bekleyecek.. Şimdi buldum, ellerimden kayıp gidiyor, tutamıyorum.. Varken yok oluyor, yoktu da ben mi var ettim diye sorduruyor şimdi. Onun ışığı yanıyor en son, benimkiyle beraber sönüyor. Gün doğduktan sonra, güneş geldikten, ışığa gerek kalmadıktan sonra sönüyor. Biz geceyi değil sabahı bekliyoruz. Gözlerimizi kapatmak ve uykuyu hatırlamaya çalışmak için. Hayaller ve gerçekler arasında dolaşıyoruz ayırt edebilir miyiz aradaki farkı acaba diye. Rüyaları unuttuğumuz için kendimize rüyalar yazıyoruz yattığımız yerde. Bize rüya gördürmeyen bir tanrıya inat hayal gücümüzden tanrılar yapıp onların sunduğu rüyalarla oyalanıyoruz. Kumdan kalelerimize bakıyoruz biz. Dalgaların yıkamayacağı yere yapmayı hiç akıl edemediğimiz, yapıp “dalgalar yıkacak nasıl olsa” diye üzerinde tepindiğimiz kumdan kalelerimiz var bizim. Bana yardım ediyorsun sen, çamurlanmış dizlerimi yalıyorsun, çizilmiş parmaklarıma iğne yapıyorsun. Ağrıyan sırtıma oturuyorsun bazen. Ağrıyan kalbime oturan file benziyorsun.
Bir tek senin ışığın yanıyor yine, bu gece de. Sen hiçbir dört duvarın arasında durmuyorsun, sokakta ışığını görüyorum senin. Kapatamadığın göz kapaklarından öpüyorum seni. Durduramadığın kalbini öpüyorum. Seni bekliyorum ben bilmeden, başka şeyler yaparken, gündelik hayatın sıradanlığında kaybolamayacağın bir yere koyuyorum seni, bir tek ben biliyorum senin var olduğunu, kimseye anlatmıyorum. Hiçbir şey yapmıyorum ama yapmadığım şeyler bile yoruyor beni. Elinden utup sendeki yorgunluğu da almak istiyorum. Gülümsediğin bir an için neler yapabileceğimi düşünüyorum. Ne kadar da yorgunuz… Ne kadar uzaksın benden, ne kadar yakın..
Kelimeleri hiçbir yere koymak istemiyorum artık, sustuğun zaman dudaklarından çıkamayanları dinliyorum. Her şeyi duyuyorum, her şeyi duymaktan yoruluyorum bu kadar ben. Seni özlemekten yoruluyorum. Saklama kaplarına koyuyorum her şeyi bozulmasınlar diye, her şey bozuluyor, geriye bir tek senin yanan ışığın kalıyor. Kırmızı bir ışık, her şeyin başladığı yerde, hepsini bitirmek üzere. Hayatımdaki düzeni sabote ediyorum, işte bu yüzden seni saklıyorum, ihanetimin suç aletisin sen, kendi hayatıma ihanet ederken ben, seni severek bozuyorum “var gibi” olan her şeyi. Sildiğin gözyaşlarımı bir akvaryumda biriktir, acımı iç, elinden bırakmadığın bir sigara kadar çek içine hepsini, üfleme sonra dışarıya, ciğerlerinde kalayım sonsuza kadar. Dalgalar yıkamasın diye üzerimde tepin, yık yapmaya çalıştığım her şeyi, yok et, benden geriye bir tek kumlar kalsın elinde, yala sonra o kumları, dizlerimi hatırla, gülümse bana, başka hiçbir şey yapma, sadece gülümse. Saatlerce otur karşımda ve gözlerin artık göremez olana kadar bana bak. Kapat gözlerini ve kapattığında yine beni gör. Işıklar açık kalsın diye bağırmak istiyorum bu şehre, bana yalnız olduğumu hatırlatmayın diye bombalı pankart açmak istiyorum. Yanımdan yürüyüp geçen insanları bir düğmeye basıp yok etmek istiyorum. Sadece sokak köpekleri kalsın geriye. Dünyayı formatlamak istiyorum, her şey baştan başlasın, başlarken de biz olalım biterken olduğu gibi, bekleyelim, ışıkları yanmayan herkes pişman olsun uyuduğuna, sadece sen ve ben olalım.
Ben deli değilim. Olmaya da çalışmıyorum. İstemeye cüret edemeyeceğim şeyleri yazıyorum buraya. Bekliyorum neyi beklediğimi bile bilmeden. Bir düğmeyi mi aradık biz bunca yıldır. Kırmızı bir düğme o. Bir gün çimenlerin arasında karşına çıkacak. Ona bas. Geriye sadece uyuyamayanlar kalacak…

Seni özlemekten sıkılır mıyım acaba. Gözlerim açıkken gördüğüm hayalini bir kenara bırakıp kendi hayatıma döner miyim yeniden. Kendi yalnızlığımı sen olmadan sürdürebilir miyim bir daha? Hepsini unutup geri dönebilir miyim nereye olduğunu bilmediğim bir yere? Yorgunum, yorgunluğum geçmeyecek biliyorum. Senden bir telefon bekliyorum, bir mesaj, bir ses bekliyorum senden, bir yorum, bir kelime bekliyorum senden, ya da sadece bir duman belki..
Sadece ışığın var, parlıyor orada bir yerde, ya sönerse?

Minicik ellerinden tutup çocuk parklarına götüreceğim seni. Sen oyun oynarken korkacağım düşmenden. Bugüne kadar oynadığımız tüm oyunlardan daha güzel ve daha trajik oyunlar oynayacaksın sen orada, ben kenarda sigara içip seni izleyeceğim. Bir filme başlar gibi başlayacağız her şeye, çocuk çığlıkları ve kahkahalar eşliğinde, daha önce defalarca başka insanlarla ama hep figüranlarla çıktığımız sahneye çıkacağız, oyunumuz bittiğinde birbirimizi selamlayacağız. Alkışlarla sahneye davet ediyorum seni, gözyaşlarıyla indireceğimi bilerek. Yerini al ve beni bekle sana ördüğüm atkıyı getireceğim, sana ördüğüm rüyaya saracağım seni. Bitmesini istemediğimiz sigara kadar haz veriyor bana seninle geçen anlarım, derin bir nefes alıp tam içime gönderiyorum seni. Çıkamayacaksın oradan, kalacağın yeri biliyorum. Kork benden, hazırladığım yıkıma ben bile şaşırıyorum. Sahne düzenini şeytanıma bıraktım, dekor ve kıyafetler her zamankinden farklı olmamalı, aklımdan geçenleri seyirci anlamamalı. İki kişilik bir oyun yazdım ben, seninle beraber oynuyorum ama yalnızım, hiçbir şey anlamıyorum, hiçbir şeyi unutamıyorum. Elime dev bir silgi alıp silmek istiyorum bu resmi. Elime dev bir silgi alıp sürtünerek kendimi silmek istiyorum. Seni istiyorum ben. Ne istediğimi bilmezce insanların arasında yürürken rastladım sana, yürüyüp geçerken yanımdan, sana dur demeyi aklımdan bile geçiremeyecek kadar saf kalan yanlarım ağrıyor şimdi. Hayatımdaki düzeni ben düzüyorum, ipe diziyorum tüm düzgün giden şeyleri, boynuma bağlıyorum. Kolyen ne güzel diyorlar bana gülüyorum herkese. İncelik ve sadelikle gülümsüyorum. Açıklamalardan çok uzaktayım, her şeyi çok karmaşık zannettiğimi biliyorum. Bu yüzden açıklama yapamıyorum. Bu yüzden sadece gülümsüyorum. Sana benzetmeye çalışıyorum gülümsememi, sen diye kendime bakmak istiyorum. Tanrım, neler de saçmalıyorum ben.
Hadi gel artık, güneş yokken gitmeliyiz seninle. Yerlerde yuvarlanmalı, saatlerce gülmeliyiz. Bunu hak etmediğimizi biliyorum, yine de hak etmediğimiz her şey gibi bunu da yaşamak istiyorum. Beni kollarının arasına al, sarıl, sık, bırakma. Koru beni, benden koru.. Bütün maskelerimi çıkardım, tenim paramparça oldu, kanlar aktı etrafıma, açan çiçekleri sana topladım, gelincikler, kan çiçekleri topladım sana… Bildiğim her şeyi unuttum, unuttuklarımın hepsini hatırladım, hatırladıklarımın hepsinden nefret ettim ben. Sadece sen bana sarıl diye bekledim geceler boyunca. Uzaktan geçen arabaların farlarını senin ışığın zannedip caddeler boyunca koştum peşlerinden, her şeye geç kaldım, hiç birini yakalayamadım.
Bir sigara daha mı yaksam?
Her ambulans sesi duyduğumda kendim için ağladım, ambulans sirenlerinden korktum hem de atom bombalarından daha çok. Yattığım o soğuk metalin sırtıma değişini hissettim her seferinde yeniden, gözlerini aç diye bağıran bir kadının çığlıklarını duydum, ölürken seni yanıma aldım, ışıkların içinden geçtim, araba farlarına baktım, sen de geliyorsun işte benimle diye hiç ağlamadım. Sadece sirenlerden nefret ediyorum.
Benim hayat hikayem bu kadar, istersen seninkini oynayalım. Birbirimize oynadığımız oyunlar içinden en başarılı olanlarını seçip tekrar edelim. Elimi tut, sahneye çıkmama yardım et, sahnelediğim diğer tüm oyunları hayranlıkla seyret, beni sen alkışla, ellerimi tut, beni alıp bilmediğim bir yere götür, adı olmayan bir yere. Balta girmemiş ormanlara götür. Sen balta ol ben sap olurum sana. Başka hiçbir baltaya sap olamam ben. Sadece seninle oynamak istiyorum artık. Mızıkçı bir çocuk gibiyim ben bu hayatta, sıkıldım işte, istemiyorum daha fazla oynamak, sadece seni istiyorum ben, gel al…
Seni tanımadığımı biliyorum, ama kimse kimseyi tanımıyor ki zaten, kim iddia edebilir birini tanıdığını bu dünyada?
Çirkin insanları sevemeyen bir kalbim var benim, kötü bir kalbim var. Kimse bilmiyor, kimse bana inanmıyor. Sen inan bana, kötülüğüme inan, onu gör ve yine de beni sev. Benim seni sevdiğim gibi, sendeki kötülüğü evimde bir saksıya diktiğim ve her gün özenle suladığım gibi. Bu geçen zaman içerisinde hiç koparmadığım, hiç koklamadığım, sadece beslediğim gibi sen de benim kötülüğümü besle. İçine al beni, içime gir. Geriye sen kalmayana kadar sev istiyorum beni. Ne kadar da çok şey istiyorum değil mi?
Bu hızla yazmaya ve saçmalamaya devam edersem bir kitap bile çıkarabilirim belki. İçinde kimsenin anlamayacağı şeyler yazan bir kitap. Kimin gerçekten demek istediğinin anlaşıldığını düşünüyorsun sen? Dediklerimiz ve yazdıklarımız bir boşlukta savrulmuyor mu sence de?
Seni asla siren seslerine ve metal yataklara bırakmayacağım. Saksıdaki kötülüğünü seyredeceğim, seni var olan her şeyinle seveceğim. Kimsenin görmek istemediği yanlarınla, kimsenin sevemediği huylarını seveceğim en çok. Kendimden nefret edene kadar seveceğim seni. Bu çok uzun sürmeyecek sanıyorum…
Müziğin sesini sonuna kadar açtım, bir tane daha sigara yaktım. Elimden tutup beni çıkardığın kalabalığın arkamda bıraktığı gürültüyü düşündüm. Kimsenin yokluğumuzu fark edip peşimizden gelmemesi için dua ettim. Hiç var olmamışız gibi olsun istedim. Kimse yanımıza gelemesin, kimse bizi bulamasın orada. Adı olmayan yerde, yerlerde oturup konuşalım geceler ve sabahlar boyunca. Zamanı unutalım, zamanda bir yerde asılı kalalım.
Seni nasıl saklasam bir türlü karar veremiyorum. Habire fikrim değişiyor ne yazık ki. O kadar hızlı değişiyor ki hiç birini uygulayacak kadar vaktim kalmıyor.
Buna günler boyunca devam edebilirim. Sana hiç okumayacağın şeyler yazarak geçirebilirim günlerimi. Tek ihtiyacım bitmeyecek sigaralar ve kahveler.
Parıltılı kalemlerle çiziyorum bedenini. En sevdiğim yerlerini kırmızıya boyuyorum kanımla. Karanlıkta parlıyorsun. Sana bakıp gülüyorum. Bana bakıp gülmeni bekliyorum yeniden. Burada oturduğum birkaç günde, sen yokken, yaz bitti, sonbahar başladı. Ben seni beklerken mevsim değişti, ben hiç fark etmemiştim ama bir yaprak düştü önüme ağaçtan, bana anlattı her şeyi. Senin aslında var olmadığını, tüm bunların yine benim hayal gücümden kopup geldiğini anlattı bana. Anlamıyor musun? Gerçekleri yazmak istemiyorum, gerçekleri hatırlamıyorum, gerçek bir şeyle karşılaştığım zaman canım sıkılıyor, kaçmak istiyorum, kapalı kaldığım kafeslerde, parmaklıklara sarılıp “çıkarın beni buradan” diye bağıracak kadar kuvveti kendimde bulamıyorum. Beynimin hızına erişemeyen ellerime acıyorum. Parmaklarım su topladı yazmaktan. Evet, gene yalan söylüyorum. Utanmıyorum, başkalarının gerçek olduğunu sanarak söylediği şeylerden daha güzellerini söylüyorum ben sana. Gerçek olmasını hayal ettiğim şeyleri söylüyorum. Bunda utanacak bir şey de göremiyorum. Onlar utansın, senden ve benden başka herkes utansın, utançlarından ölsünler.
Bu yeni mevsimde de eskilerinde olduğu gibi seni arayarak yaşamak istemiyorum. Ya yaşamayayım ya da aramayayım artık, biri benim ne kadar yorulduğumu görsün. Benim senin yorgunluğunu gördüğüm gibi…
Sıcak sularda kaynatıyorum kendimi, bütün pisliğimden arınarak geliyorum ben sana. En saf halimle geliyorum. İçimi dışıma çıkartıyorum göremediğin bir şey kalmasın diye. Yine de sev beni, yine de seversen ancak bir anlam taşır sevgin.
Dışımdaki pisliği kaynar sularda bıraktım, denizlere girdim ardından, tenime bütün tuzunu aldım. Yine de öp beni, yine de sev..
Terliyorum. Güneş beni yakaladı, bırakmıyor. Avuç içinle silecektin terlerimi, söz vermiştin, avuç içimi öpecektin geldiğinde,
geldin mi?
Çok güzel müzikler dinliyorum, hiç birinin sözleri yok, ben yazıyorum onlara gereken sözleri. Şarkılarımın sözlerinde seni anlatıyorum, benim gibi bir yalancı bulduğumdan bahsediyorum. İçimizin sıkıntısı ancak böyle geçiyor. Güzel müzikler, güzel kadınlar, güneş kıskanıyor. Dans ediyoruz deliler gibi. Ne kadar da mutluyuz. Bu sahte mutluluk için ne dediğimizi biliyorsun sen. Sahte olan her şeye duyduğumuz aşkı pekiştiriyoruz. Simler, parıltılar, havai fişekler ve fosforlu kalemler gibi, öyle parlak ve o kadar geçici ki.. Kalıcı olduğu yanılsamasına inanacak kadar bile zaman tanımıyor sana, parlıyor ve sönüyor. Bizim gibi. Çocukluk gibi. Parlaklığı geçene dek güzel olan her şeyi seviyoruz. Onların uçuculuğu bize tüm kötü alışkanlıklarımızın tadını veriyor..
Sırtım ve boynum ağrıyor. Otur artık. Yıllar boyunca camdan bakıp beklediğim uzaylı ol sen, başka bir galaksiden gel artık. Çok yorulmuş ol, dinlen, bana geçir sendeki yorgunluğun birazını, bendeki yorgunluktan biraz al artık. Sonra gidelim işte oraya. Hiçbir haritada bulamadığımız yere gidelim. Önümüze bir atlas alıp dışında kalan yerlere bakalım. Onların çizdikleri bana yetmiyor, sınırlarını anlamıyorum, maviye boyalı yerleri seviyorum ben en çok, kahverengileri sevmiyorum, sevebileceğim yegane kahverengiyi senin gözlerine koyan tanrıya bir anlam veremiyorum.
Bana geldiğin yerleri anlat. Bilmediğim bir şeyler söyle bana, bildiklerimden çok sıkıldım. Aynı olan şeylerden ve her şeyin aynı olmasından sıkıldım. Yeni arkadaşlar getir bana, hepsi senin bir başka yüzün olsun, hepsiyle tanıştır beni, hepsini seveyim, hepsiyle beni sev sen de. Gel ama artık yoksa güneşe gideceğim ve orası çok sıcak biliyorsun.. Beni üzme daha fazla. Ağlamaktan kurumuş göz pınarlarıma tükür, kurumuş dudaklarımı ıslat dudaklarınla, kurumuş tenime biraz teninden sür. Bana biraz sen ver, kurudum ben burada.

sevsem

Ne için ölmemiz gerektiğini bulamadığımızdan mı ölmedik yoksa sadece ölmeye bile gücümüz olmadığından mı? En azından burada geçirdiğimiz zamanda ne için yaşıyor olduğumuzu bulmamız gerekmez miydi? Belki de gerekmezdi. Belki de sadece bu kadar çok soru olduğundan ve bütün cevapları aramaya çalıştığımızdan oldu bunlar. Belki de sadece televizyona bakıp fındık yemeliydik. Belki de dünyanın geri kalanına karşı çıkmak yerine onlar gibi davranabilmeyi öğrenmeliydik. Belki de daha kreşe giderken “neden herkesle aynı anda tuvalete gitmek zorundayım” diye sormak saçmalıktı, işe dendiğinde işemeyi, git dendiğinde gitmeyi, başarabilmeliydik. Sorular sormayan insanların cevaplarla sorunu olmuyor. Bu da demek oluyor ki; esas sorun sorularda değil, bulamadığımız cevaplarda. Belki de daha çok aramalıydık, veya doğru yerlerde ya da doğru zamanlarda.
Yanlış... Bir yerde bir yanlış var biliyorum. Yoksa ben de şimdi çekirdek çitliyor olmaz mıydım? Ya da bir yerlerde yanımda ne konuştuğuna ve neden konuştuğuna anlam verebildiğim insanlarla beraber kahkaha atıyor olmaz mıydım?
Peki neden bana geceler ve kelimeler kaldı sadece?
Neden içimde birikenlerin arasında boğulmak ve nefes alabilmek için yazmak zorunda kaldım ben?
Bu soru işaretlerini nereye kadar taşıyabilirim bilmiyorum. Gerçek olmayan şeylere kendimi sonsuza dek inandırabilirim. Kendime ev yapımı bir şizofreni edinebilirim. Ama tüm bunları bilmiyormuş gibi yapamıyorum. Hiçbir şey bilmiyorum ben diyerek içinden çıkabiliyorum bunların, çünkü bende sadece sorular var, cevapların sende olduğunu umuyorum. Hala, olmayan bir “sen”den böyle bir beklentim var benim.
Yanmak için bir kıvılcıma ihtiyacım var sadece. Sonra benden kalanlarda isterlerse patates közleyip dizi seyretmeye devam bile edebilirler, ilgilenmiyorum.

13 Ocak 2008 Pazar

cevap:

hayal edilen.
duymak istediklerimi söylemiyorsun hiç
dokunmuyorsun bana
sen gibi bir şimşek çakıyor
tam kalbime düşüyor yıldırımı

ben gidiyorum.

(ö.a.)
6 tane camın hepsinden geceyi görüyorum. biri arapça bağırıyor habire. müzik kesiliyor. tanrıya yalakalık yapamıyorum. o da biliyor, 6 camın hepsinden gece ve o ses giriyor ama ben arapça bağırmıyorum.
çığlık her dilde aynı şekilde mi?
aklımda hızlı hızlı değişen bir takım kareler, önümde bir bardak; yarısı dolu, yarısı boş.
etrafta sesini duyabileceğim arapça bilen amcadan başka kimse yok. o kadar yalnızım ki arapça kursuna gidicem.
final için şöyle oturaklı bir kelime düşünmüştüm, üşeniyorum..

orospu kırmızı

miydem bulanıyor, bir de yazıyorum....; imkansız. gidemez o...gidemez....gidemem. sadece sırtımı öp ve üşüyüp üşümediğimi sor. ben....,ben..., iyi bir insanım. miydem bulanıyor. gidemezsin. izin ver yanına oturayım, hiç konuşmam. koluna sarılayım, hiç konuşmam. ne kadar çok şey öğrendim senden ama ne kadar az yaşadım..
- Gördüğümüz şeyler görelidir, bildiğimiz şeyler de. Yaşadığımız şeyleri biz icat ederiz. Dolayısıyla icat ettiğimiz şeyi yok da edebiliriz.
Nietzsche

'99

kimin gidişiyle kör olmuştum kim bilir. çocukluğumu kreşten almayı unuttum, ağlıyordur şimdi. işte böyle sorumsuzum ben.
gece olmuş, bana haber vermediler. ben de bi bira içtim bu durumda. tam bu esnada onun sevgilisini öptüğünü tahmin ettim ama bana amorti çıkmadı gene. anladım, her tahmin yaramıyor işe..
duyduğum bağlılık bir nevi damar-enjektör ilişkisi ya da biranın dudaklarına değişi (bağlılık mı bağımlılık mı fark eder mi?) Ama ben sigara içmeyen birine aldığım hazzı anlatabilecek kadar yetenekli değilim. işte bu yüzden onu ne kadar yazsam o kadar eksik. Gözlerime bak. Hemen şimdi. Göremezsin ki..
tadilat nedeniyle kapalıyım. indirimli satışları da kaçırdınız, üzgünüm. kapanın elinde kaldı parçalarım, çalınanlar oldu arada, kalbim mesela, beş para eder miydi onu da bilemem ama, sormak lazım..
tam karşımda SOĞUK İÇİNİZ bir Efes Pilsen. Evet içimiz soğuk ama ne yapalım, imalat böyle. Kelime oyunlarını kesip emirlere uyuyorum, soğuk içiyorum.
içtikçe güzelleşmek gibi bir umudum kesinlikle yok.
saçlarım uzuyor.
yakında onlarla yerleri süpürebilirim. ya da en azından gözlerimin üstünü örterim, üşümezler.
yazıların ya başlığı eksik ya kendisi, hüznün tarihinde kelimeler eksik nicedir.
peki ya dostlarım? onlar neredeler?

Yavaştır yaşamın anlamı

Senin beklemen: bir boşunalık duygusudur yalnızca; gerçekler içinde hayallerin; olup bitenler içinde olamayacakların düşlenmesi – boyuna ve boşuna bir düşüş – oysa o, gelişmektedir. Sana doğru. Sen hiç bilmeden – beklerken, bilmeden.

Senin beklediğindir o; ama sen, bilmiyorsundur. Gelmeyeceğini sanarsın.
Senin beklemen: hüzünlü ama dingin bir umutsuzluktur; bir an önce bitirip gitme isteği çökmüştür üzerine – hatta bitiremeyeceğini de bildiğin bir çok şeye aldırmazca ve umarsızlıkla girişip, hepsini yarım bırakıp gitmek, bir ayartı kadar keskindir artık.

Yaşamının anlamı bulunmamıştır, bulunmayacaktır –o, gelmeyecektir- ya; sonuçsuz bir son olarak ölüm, gelebilir, artık, işte...

Ayırdedemiyorum
içimdeki kıpırtılarla
dışımdaki tangırtıları;
yaptıklarımsa, hep yanılgılarda
n,yanılgılar.

Yan
ıl-
ne
nas
ıl.

Birleştiremiyorum
içimdeki kopukluklarla
dışımdaki bozuklukları;
yazdıklarımsa, hep yansılarda
n, yansılar.

Yans
ıl-
kim
nas
ıl.

Hani çiçekler vardır –sanarsın, hep tomurcuk kalacaklar (öylesine uzun sürmüştür ki gelişmeleri, serpilmeleri, olgunlaşmaları) oysa, gün gelir, inanamadığın bir hızla, pırıl pırıl açıverirler ya –işte, öyle: birdenbire geliverir yaşamın anlamı.

Yıllar önce görmüşsündür onu –bir an için, tek bir kez: Ufacık. Belirsiz. Uçucu. Yalnızca, içinden, “Ne güzelsin” demişsindir; “Kalsan ya biraz” bile diyemeden –zaten bilmiyorsundur deyimi o zamanlar.

O görünüm anından; o anı olan andan sonra, yeniden kesişmiş midir yollarımız, kendi ayrı yollarını yürüyen iki kişi gibi, diye düşünürsün. O caddede? Şu sokakta?Belki, o, her sabah tepeye tırmanırken, sen yokuştan aşağı sapmışsındır; geçmişsinizdir birbirinizin yanından –ya da - - bir şehirden bir şehire aynı zamanda göçmüşsünüzdür, iki gezgin gibi –ama birbirinden habersiz...

İki harita kurarsın kafanda: zamanda ve uzamda, ikinizin geliş gidişlerini saptayan –şu kadar yıl ve o kadar yol içeren iki harita.. Üstüste konduklarında –konabilselerdi – bilmeden ve bulamadan birbirinizin yanından gelip geçip gittiğiniz yerleri, ulaşamama ve dokunamama noktalarınızı belirleyebilecek..
Öncesini bile –
Ama –bilmediğindir, o yerler, o noktalar, dokunamadıklarınız...

Dokunamadığın noktalardan gelir yaşamın anlamı.

O, var, şimdi, işte –
Eylem de – ne ?
Yola çıkıp, zamanında, bir yerde, olmak –
Orada olmak – o da orada olacak diye: -
Oradasın, işte – o da, burada
-- buranda..

(hani - oruç aruoba)

12 Ocak 2008 Cumartesi

umut verebilecek her yalana yatkınım. .

bugünü düzmek için yazıyorum. bugünü siktir edip unutmak. sessizlik öğreniliyor çünkü. hemencecik bir hastane odasında, arkadaşın acıdan sayıklarken,
kımıl kımıl parçası kopmuş bir deniz yıldızı gibi; kalan gözleriyle,, kalan elleriyle,, kalan..... UYUT SENİ ELLERİM,, ahh uyut seni.
sessizlik öğreniliyor. sessizliğim belli oluyor.
adil davran bana ellerim,, uyut seni ellerim.
hemen o gece ucuzluktan aldığım kanatlarla bir kaçış planladım. hemen orada, botlarımın yanına düşen ter kokulu veda mektubuna inanıp uçtum.
uçtum..... makyajımın bozulmamasından ve gereğinden çok kan akıtamamamaktan korktum. gülen, çığlık atan, istasyon tellerine takılan bir melek oldum..
belki kese kağıtlarından saraylar yapacağımız delilik haklı bir gururla dolar. dolar da birbirimizi anlama sınırlarımızı yıkarız. bişey olur. nedir bu diye
soramayacağımız kadar güzel bişi.
hayatta kaldığımı düşündüğüm karanlık, portakal rengi bar tuvaletleri geliyor aklıma. sürünerek, sakat ya da terk edilmiş bir düşe tutunarak dışarıya çıkmaya çalışıyorum.
yalancı düşlerim, yalancı annem, yalancı portakal rengi satıcısı.. tuvalet kağıdının kenarları bacaklarımı kesiyor, kan akıyor, miydem bulanıyor....
hayııııııııııııııııııır, ben yapmadım.o,nu bir çocuk gibi öpmüştüm. dışarısı soğuk, ölür diye içime sokmuştum. kaybettim..
"elimde bir tek ben kaldım yalancı" diye bağırırken. artık onu bulamam, çünkü donmama hakkımı kazandım.!!
yaşamak isteyen bir yanım var biliyorum ama takılıp kalıyorum. taaa içimde bir başka hayat debeleniyor.. taa içimde..:oysa zarifçe vedalaşacaktım
her parçamla.
kazanmak zaten yakışmazdı bana. kazananların,, onların yakalarında LOVE STORYler, ölürken bile dişlerini fırçalayan, koltuk altlarını deodorantlayan
aşklar var.
her ayağa kalkıp düştüğümde nefes ayarı yaptım. yaptım,, yaptım.....onlara baktım baktım...
kahretsin,,, sevgilimin gözlerini öpecektim oysa. gerilmiş bir ok gibi kalbimi yaralayn kirpiklerini... ölümümü izleyecektim. seni hiç sevmiyorum diyecektim..
bana vaat ettiğin gazoz şişelerinden yapılmış şehirlerarası yolları anımsıyorum. depremde kurtarılacak ilk şeydi bakışların. sarılacaktık, bakkala gidecektik.
ama ne yaptın? kanımı taşıyan bardağı devirdin..
gururun kapı ziline basıp kaçmak istiyorum.
umut verebilecek her yalana yatkınım. .
seni öyle özledim ki utanıyorum.
her elveda kırık bir merhabadır aslında,
yapsana
beni kurtarsana.

when i'm gone..

Have you ever loved someone so much, you'd give an arm for?
Not the expression, no, literally give an arm for?
When they know they're your heart
And you know you were their armour
And you will destroy anyone who would try to harm 'her
But what happens when karma, turns right around and bites you?
And everything you stand for, turns on you, despite you?
What happens when you become the main source of her pain?

And when I'm gone, just carry on, don't mourn
Rejoice every time you hear the sound of my voice
Just know that I'm looking down on you smiling
And I didn't feel a thing,
So baby don't feel no pain
Just smile back

And when I'm gone, just carry on, don't mourn
Rejoice every time you hear the sound of my voice
Just know that I'm looking down on you smiling
And I didn't feel a thing,
So baby don't feel no pain
Just smile back...

8 Ocak 2008 Salı

how to catch the butterflies..

He'll make a tree from me

çilek :)

doktorun suçu..

İçimden gelen hissin adı ağlama isteği. Bunun bu şarkı ile bir bağlantısı olabilir ya da olmayabilir.

İçimden gelen hissin adı içki içme isteği, bunun bu akşam mide doktoruna gitmiş olmamla bir alakası olabilir ya da olmayabilir.

İçimden gelen hissin adı kaçma isteği, bunun yaşamış olduğum bu hayat ile bir ilgisi olabilir ya da olmayabilir.

İçimden gelen hissin adı donmak, ellerin donması, parmakların donması, yüreğin donması –hafif bir sızı eşliğinde-, dünyanın donması ve geriye hiç bir şey bırakmaması. Buzul çağı geldi evet, peki ben göç mü edeceğim yoksa kahraman bir penguen gibi yaşamaya devam mı edeceğim?

Gerçek birer surviver olduğumuza karar vermiştik, bunca şeye –rağmen yaşamak sebebiyle kendimizi başarılı saymıştık. Bu doğru mu? Kendimizi mi kandırıyoruz yoksa. Beceriksiz birer insan müsvettesi olarak mı sürüyor yaşam? Bunun içerisine seni neden dahil ediyorum bilmiyorum dostum belki de tek ihtiyacım olan bir yandaş bulmak. Yanıma bir –daş bulmak istiyorum.

Bir alkolik olduğum sonucuna varılıyor yine, aradan bin sene geçtikten sonra bile. İçki içmeden 3 ay durabilir misiniz diye soruyor doktor, düşünmeden hayır diye cevaplarken canım sıkılıyor bu soruya maruz kaldığım için. Neden ben 3 ay içmeden yaşamak zorunda kalayım ki, hem o zaman nasıl yaşayacağım bana bir açıklar mısınız demek istiyorum. Kahve içmeden 3 ay yaşayabilir misiniz diyor doktor, sigara içmeden, kola içmeden, kendinize zarar vermeden 3 ay yaşayabilir misiniz? Kendime zarar vermeden yaşadığım bir 3 ay oldu mu hiç diye düşünüyorum, hatırlamıyorum. Hiç bir şey hatırlamıyorum aslına bakarsan. Bu sorulara beni maruz bıraktığı için doktora inanılmaz öfkeleniyorum üstelik, paralayıvericem diplomasını o olucak ama sesimi çıkarmıyorum.

Bana 3 ay içmedikten sonra hala mideniz ağrıyor ise tekrar gelin diyor, gülümsüyorum.

Bu iradesizlik mi? Bunun adına iradesizlik mi diyor insanlar.

Doktor sigarayı bırakmış bana bunu anlatıyor. Aferin dememi bekliyor sanırım, bravo ne de güzel bırakmışsınız sigarayı. Ama ben bütün bunları bırakmaktansa ölmeyi yeğleyebilirim, bunu ona nası anlatıcam?

Belki de ihtiyacım olan şey bir mide doktoru değildi.. Yanlış yerdeyim yine her zaman olduğu gibi.

Doktor sigarayı bırakabilmiş ama, demekki ben de içki içmeyebilirmişim..

Her gün mü içermişim, ne kadar içermişim. Buna bir cevap bulmak daha da zor şimdi..

Sen söyle mesela, ben içsem ne kadar içerim. Bana bakan içse içse ne kadar içer diye düşünür herhalde. Sinirleniyorum. Öyle çok sinirleniyorum ki ilk aklıma gelen çantamdan bir bira çıkarıp açmak bir de sigara yakmak oluyor. Bunu unutuyorum. Bira içmemeliyim, mideme dokunuyor, onun yerine kendime bir viski kola hazırlıyorum, yanına da bir sigara yakıp neden doktora gittiğimi düşünüyorum. Neden ben doktora gitmek zorunda olayım ki? Neden diğer insanlar doktora gitmek zorunda değiller, mideleri neden ağrımıyor, lanet olsun bütün insanlara aslında benim midem hep onların yüzünden ağrıyor, bunu kimse anlamıyor, bunu doktora anlatabilir miyim dersin?

Bunu sana anlatabilir miyim dostum, bir defa daha?

Örgütlenmek istiyorum. Yeşilaya savaş açmak, icap ederse bombalı pankart asmak, alkolsüz geçen ömrü lanetlemek istiyorum. Doktora gitmek bana hiç yaramıyor, içimde kaçtığım tüm öfkeler patlayıveriyor gene, içimde patlıyor. Doktordan çıkıyoruz ve herkese öyle sinirliyim ki ne zamandır hiç ağrımayan midem ağrıyor işte yine..

Sakinleşmeliyim. sakinleşmek için bu şarkıyı açıyorum ve şarkı bende sakinleşme yerine ağlama isteği uyandırıyor. Midemi çıplak elle söküp ona bakarak ağlama isteği.. Ağaçlara bakarak ağlama isteği.. Gökyüzüne bakarak ağlama isteği.. Ağlamıyorum elbette, bunlar eski alışkanlıklar, elde tuzdan başka bişi bırakmıyorlar, biliyorum.

Aslında bütün kaçtığım şey gerçeklik. Hakkımdaki gerçeklikten ölesiye kaçmak istiyorum. Hakkımda düşündüklerinden, bıraktığım intibadan, herkeste benim hakkımda yorum yapabilme hakkının kendiliğinden doğmasından umutsuzca kaçmak istiyorum. Herkesin benim hakkımda çok doğru tespitler yaptığını düşünmesinden, çat diye 27 seneyi 3 cümle ile özetleyebilmelerinden kaçmak istiyorum. Salyalarım ve sümüklerim akarak koşmak istiyorum. Nereye doğru koşmalıyım. Lanet olsun yolları bilmiyorum, yönleri bilmiyorum, bu siktiğimin şehrine ömrümü verdim ve içinde hala başımı sokacak bir delik bulamıyorum, başımı kuma gömmek istiyorum ve kar yağdı diyor Ankara bana, kar yağdı başını kara sok.. Ama karlar eriyecekler ve çok soğuk diye sızlanıyorum. Dondum zaten allahın belası daha bi de kafamı kara mı sokayım? Kafan kopsun diyor Ankara bana..

Ne kadar tanıdık bir simam var, herkes beni herkese benzetiyor. Herkesin tanıdığı birileri bana benziyor ya huyundan ya suyundan oysa beni en yakından tanıyanım, yani sen, hayatımda senin gibi bi insan daha görmedim diyorsun, beni kimseye benzetemeyen, hatta hiç bi şeye benzetemeyen bir tek sen varsın biliyor musun?

Yanında değilim, yanımda değilsin, bunun bir sebebi var. Bağımlılıklarımız bizi ayırıyor bu günlerde, herkes kendi çöplüğünde, herkes kendi alanını seçti yine. Seni özlediğimi düşünüyorum. Buraya geldiğinden beri belki de sadece bir tek gün yalnız kaldığımızı ve seni gerçekten özlediğimi. Ama bir ivmemiz var şimdi, hızlandık ikimizde, herkesin yolları ayrı, herkesin kendine ait bir halkı var, bulaşmıyoruz birbirimize şimdi. Soluğu gene yanında alacağımı bilmenin rahatlığı var içimde. Soluğumu bir tek yanında alabileceğimi bilmenin rahatlığı.. Soluğu şimdi ancak sana yazarken almanın rahatlığı, soluk alıyorum, soluk veriyorum, ciğerlerimi de kontrol etmek ister misiniz doktor beeeeeeeeeeey diye bağırmak istiyorum. Bir daha hayatım boyunca doktor ve hastane göremeden çöt diye ölmek istiyorum. Bu mutlu bir son olurdu oysa bizim başımız gibi sonumuzun da mutlu olmayacağı aşikar.

Üstelik bu doktorun yüzünden tırnak yeme alışkanlığımda geri geldi. Geri dönüp doktoru öldürsem mi? Hayır hayır böyle saçma şeyler düşünmemelisin, kendine ve çevrendekilere zarar vermemelisin, hatta bunun için eyleme sigara içmeyi bırakarak başlayabilirsin. Hahahahaha.. Hayatın fluyken daha güzel göründüğünü düşünenler derneği başkan yardımcısı olmak istiyorum, bu konuda kanun hükmünde kararname çıkarmanı istiyorum, as başkan olarak..

Sevgili dostum Ankara beni rahmine çekip çekip geri püskürtüyor ve ben her defasında neye uğradığımı şaşırıyorum. Biraz sahile ihtiyacım var, biraz güneşe, biraz denize, temiz havaya, gülümseyen insanlara, beni tanımayan, tanımak istemeyen, her şey olduğu yerde ne de güzel dururken koparıp vazoya koymak istemeyen, saksıya dikmek istemeyen, evde beslemek istemeyen, konuşmak istemeyen, sormak istemeyen, yorum yapmayan insanlara ihtiyacım var. Buna çok ihtiyacım var.. Ağlasam mı ki?

gece..


7 Ocak 2008 Pazartesi

mektup

“Artık müzik için minnet duymayı bıraktım” dediğin andayım.
Yüzlerce şey konuştuktan sonra, hala bir hayat boyu konuşacak şeylermizin olduğu, ve bunun kişiler değil fikirler olduğu noktada.
Hiç konuşmadan tabu kelimelerini buldurabilen, beraber çamaşır astıran, yine de yüzlerce iyi fikirle, hepsini unutacağımız konuşmalar yaptığımız yerde.
Bir denize bir tavla pulunu fırlattığın yerden çok uzakta, ama aynı göğün altında.
Klasik bir kötü havalı İstanbul sabahında, sabahdan kalma kafalarla, çözümüne ulaşamadığımız sıkıntılarımızı bölen kahkahalarımıza, sana Amsterdam’dan inek getirmeyi hala hayal edip gülebildiğimiz yerdeyim.
Aslında kendimize haksızlık ediyoruz yazamadığımızı söyleyerek. Aslında hala sürekli yazıyoruz sadece ağrıyan ellerimizin yerine geçecek bir şey bulamıyoruz ve kelimelerimiz uzayda bir yerlere savruluyor. Aslında konuştuklarımızı kağıda dökebilecek kadar metanet sahibi birini bulabilsek ve bizim yerimize yazsa tüm sorunlarımız çözülecek. Ve biz her ne kadar aksini sanıp üzülsek de aslında hala Paris’e gidip çocuk bakacak çocuklar yaşıyor içimizde. Yıllar boyu yanyana dinlediğimiz şarkıları bir kere daha açıyorsun, geçmiş bir kelebek gibi aramızda uçuşuyor. Ozamanlar bende mevcut olmayan bir bilinç ile “bu gün”ün güzel olduğunu hissediyorum. Bu bizi yıllar sonra senin evlendiğin evde Türk kahvesi içer ve konuşurken “an”ın “anı”ya dönüşmesini izliyorum ve henüz içerisindeyken bile mutlu hissediyorum. Oysa biz bunu ne kadar az yapabildik. Zamanında mutlu olmayı ne kadar az becerebildik. Mutluluk ancak geçip gittikten sonra arkasından bakıp hayıflanılacak bir şeydi bizim için. Fazla kafaya takmamak için bize içkileri galon hesabıyla içtiren bir şeydi. Şimdiyse nereden geldiğini bilemediğim bu bilinçle mutlu hissediyorum. Hello.. Is there anybody in there diye bağırdığımda, sesime ses verensin..
Kendi depremimden sağ kalan yanlarıma geçmişten gelen en tanıdık hissin. Benim harabelerimde benimle beraber en çok gezen his..
Sigara üzerine sigara içiyoruz..
İstanbul’da, Okmeydanında bir evde, senin evinde, sene olmuş ’06, ‘97de yazdığımız yazılara bakıp gülümsüyoruz.
Sen yerde oturmuş kendi kendine gülerek bana mektup yazıyorsun..
Ben kendi kendime oturmuş çocukluğumuza bakıyorum.
Genelde komik olan yazıları ben yazarım, kusura bakma
Sanırım yaşlanıyorum.
Artık ağlayacak şeylermizin kalmadığı,
Kendimizi inandıracak hayallerimizin çok uzaklarda kaldığı
Bu noktada
Son gözyaşlarımı senin için saklıyorum.
Tüm bunları anlattık kendimize
Ve sonra defalarca birbirimize
Kendimizi yeniden anlattık
Hep tekrar
Ve her defasında şaşıracak bir şeyler bulduk
Hala şaşırabilirken şu siktiğimin dünyasında bir şeylere
Değişen bizlerin canlı tanıkları olduk
Dünyayı izledik yanımızdan geçip giderken
Babalarımız yaşlanır
Annelerimiz hem bir bağımlılık hem de bir ceza olurken yaşantımıza
Aynen dediği gibi adamın; “birbirimize vitaminler, moraller verdik”
Bir yanılgıya kapılmadım,
Gözyaşlarımızın aslında bitmediğinden eminim
Ama yine de insan bazen..
Bazen.
Zarar ziyan had safhaya ulaştı. Hasar tahmini hiç bir eksper tarafından öngörülemez hale ulaştı. Gözlerimiz görmez oldu geçmişten başka hiç bir şeyi ve baktığımız noktalara bağlanıp kaldık. Mavi baloncuklar gördüğünü anlattın bana, radiohead dinlediğin yatağının üzerinde tavana bakarken sen, Clementine gibi seni içine alacak bir balonla o yataktan havalanıp gideceğin anın hayalini anlattın. Ama tüm balonlar sen elini uzattığında patlıyordu ve sen balonsuz kalıyordun.
Nefessiz kalıyordun.
Hayatsız kalıyordun.
Bitkisel bir yaşantının saksısını beğenmiyorsun. Saksını değiştirecek kimseyi bulamıyorsun ve kendin zaman zaman işemeye dahi gidemiyorsun. Ama o saksının değişmesi gerektiğine dair engellenemez bir istek duyuyorsun. “Amına koyayım evli bir kadınım istediğim kadar içerim diyorsun”. Benden sana milföy hamurundan gemiler yapmamı istiyorsun. Sosisleri milföy hamurundan gemiler ile tahliye etmek istiyorsun. Birinin bize yardım etmesi gerektiğine yıllardır kendimizi inandırdık ve şimdilerde herkes kendi kurtarıcısını kendisi buluyor, kendin mesih kendin ye..
”Bir tutam içecek” isteyen ex-kankadan bahsederken “tutamını siktiğim” buyuruyorum, senin fermanın ise “tutam tutam siktiğim” şeklinde.
Terbiyesizliğin had safhasına ulaştık. Ulaştığımız safha hayretler uyandırıyor, hayranlıktan ziyade. Ulaştığımız tüm noktalardan bilinçli bir boşluğa uzanıyoruz.

Dolmakalemle yaptığın yolculuğundan alınmış bir tek dersin bile yok. Ders astığımız saatlerde ders alamadık hayattan.
Yarısı kırılmış binalar içerisinde yarısı yaşanmış bir aşk bıraktın. Tamamlanırsa hayatın tamamlanacağını sandın, kaçtın.
Gözlerinle “kaçtım” derken, ağzından “gittim” çıktı.
Gittin..
Gelmiş-Geçmiş’lere bıraktın kalanı,
geldiğine geleceğine pişman ettin,
gelmişini geçmişini siktin.
Kalanı beğenmedin, küsurlu bir rakam çıkıyordu. Sen bir kaç senede bir kendine geldiğinde kalanları topluyordun elinde 3,45 gibi bir rakam oluyordu. Anlamıyordun. Yüzler değişiyor, hızlar değişiyor, görüntüler gidip geliyor, yakalayamıyordun. O adam hem bir adam edemiyordu hem de tüm adamların toplamından fazlaydı, sadece biraz küsuratı vardı. Törpülenemez yanları...
Sense kendin bir ömür törpüsü gibiydin, törpülemeye çalıştığın bir hayat vardı, törpülenmesi gerektiğine kesin bir kararlılık ile bağlandığın.
“Kendin yaver kendin ye” bir bünyeye sahiptik. Hizmetimizdeki tüm erkekleri korkutup kaçırdık. Halksız kaldık bunu haksızlık sandık. Tüm haksızlıklara biz uğradık, hayat kendisi bir haksızlıktı zaten, çok şey hak ettik sandık, hiç birini alamadık, direticek gücü kendimizde bulamadık, unuturuz sandık, yanıldığımızı anladık ama artık yaşlanmıştık. Nefret bile edemeyeceğimiz bir hissizliğe ulaştık. Kalbimizin kırıklarından kendimize “pipe” yaptık, çekince ağzımıza kaçan küllerden yakındık. Daha evvel yaktığımız gemilerden elimizde kalanlar için bir tutanak tuttuk. Tutacak olduk. Ne olacağımızı bilemediğimiz, sevmediğimiz şeyleri saymaktan sevdiklerimizi saymaya bir türlü gelemediğimiz, bitmek bilmeyen şikayetlerimizi nereye bildireceğimizi bulamadığımız bir
tımar-hane olan bedenimizde ruhumuzu tımar edemedik...
Senin gibi koşamadığımdan senin gibi düşemediğimi söylüyorsun. Bu mümkün olabilir.
Düştüğünde açtığın yaralar hayranlık uyandırıyor.

bazen in 1997

bazen yazacak olursun, başlayacak kelimeyi bulamazsın. bir mektuptur bazen yazdığın, bazen kendine yazılmış öylesine yazılardan. ya da sana kalacak, başkasına yazılmış olanlardan. asla bulamazsın uygun kelimeleri, uygun kelimeler yoktur çünkü..kelimeler anlamını yitirir yazar yazmaz, bitince hiç bir yazdığını beğenemezsin, kelimeler kaybolur sanki..

bazen hapşurduğunda yalnız başına, sıcak bir çok yaşa duymak istersin. Ve duyamayınca kızarsın yalnızlığına, sana çok yaşa demediği için.

Bazen bir gürültü duyarsın, bir gürültü duymak isterken tam. Ama gidip bakacak cesareti bulamazsın kendinde, “ya beklediğimse gelen” diye..

Bazen telefon beklersin, o telefonunu bilmezken bile. Çalmayan telefonun gaipten gelen zil sesini duyarsın, o olmadığını ve olamayacağını bile bile ümitle açarsın telefonu. Yine de o değil diye hayal kırıklığı yaşarsın..

Bazen gecenin bir körü şarkı tutarsın radyodan “2. çalacak şarkı benim olsun” diye, sonra yüzmilyon şarkınızdan biri çalar ve sen kendi kendine “şu spikerler yok mu” geyiği yaparsın..

Bazen okadar yalnızsındır ki kendi kendine bile geyik yaparsın. Kendine anlatırsın birbir bugün olanları, kendin şaşırır, sen gülersin..

Bazen uyku tutmaz geceleri, canın sıkılır, uyuyamazsın. Yapacak hiç bir şeyin yoktur, uyuyamamanın da ötesinde yatamazsın yerinde. Koyun saymaya çalışırken gülme tutar, koyunları ters atlatmaya çalışırsın çitlerden hayalinde, isim koyar ayırt etmeye çalışırsın koyunları hayalinde..

Bazen aynalar bile yabancıdır, ellerin bile.. en dost kalem bile tanıdık değildir sanki, kağıtlar kaygan olur, yazamazsın. Her şey küser sana, bir kedin kalır, bir kedin olmadığına yanarsın, kedileri hiç sevmesen bile..

Bazen kendini bile sevemezsin, işte en kötü zaman olur ozaman, kendinle kavga eder, küsersin. “Niye yaptın?” dersin, o sanki bunu soran bir yabancıymış gibi “Sana ne?” der, “Sana hesap mı vericem?”..

Bazen abuk bir defterin arasından bir kuru gül düşer, bir kenarı ısırılmış.. Dalıp gidersin uzaklara, bir taksiye binersin, biri elindeki gülü ısırır, küsersin. Sonra o gül abuk bir defterin arasında kurur, gülü veren de ısıran da kaybolur. Gül düşer, onlar solar. Gülü yerine koyarsın, onları hayır..

Bazen kulağın çınlar ve kimin çınlatıyor olabileceğini düşünürsün. Hakkında konuşuyor olabilecek birilerini arar, bulunca mutlu olursun..

Bazen aranmak istersin kendince özel bir günde. En alakasız insanlar bile arasın istersin, hiç hatırlamadığın birilerince aranmak istersin. Çalmaz telefonların, dışarı çıkarsın telefon hiç çalmasa bile bunu bilmemek için telesekreteri kapatarak, kendini gene de avutamazsın..

Bazen en kötüsüdür unutulmuşluk, unuttuklarına bile seni unuttukları için kızarsın..

Bazen bir fotoğraf bin çeşit anıyı getirir aklına. Bazen bir anın bin çeşit fotoğrafını çekersin. Ve bir gün bir albüm karıştırılırken yerleştirilmiş fotoğraflar dökülür yerlerinden kucağına, yüzünü bile görmek istemediğin birilerine kızamazsın, kurtulduğuna şükrettiğin o elleri özlersin, için kurur birden bire, dokunsan kuru yaprak gibi dökülür, dokunamazsın..

Bazen sırf birileri ile karşılaşmak için dışarı çıktığın bir günd, bir tane bile tanıdık göremezsin. Hiç kimseyi görmek istemediğin bir günde ne kadar tanıdık varsa hepsini görürsün ve bu okadar iyi gelir ki şaşarsın…

Bazen güneş batıdan doğar. Sadece sabaha kadar oturanlar görür bunu, kimseye söyleyemezler nasıl olsa inanmazlar diye, sen de susarsın..

Bazen hiç kırmak istemediğin birini kırarsın. Özür bile dileyemezsin. Verdiğin sözde duramazsın. Ve o susar ve onun sessizliği her şeyi bozar, oyunun sihri kaçar. O artık kırık bir vazodur, yapıştırırsın, çatlakları görünür..

Bazen hiç kırmak istemediğin ama kırılmış birinin şarkısı başlar gecenin bir köründe, onu hatırlarsın ve yine üzülürsün, onu üzdüğün için..

Bazen yitirdiğini sandığın birini yitirmediğini görmek ne güzeldir..

Bazen herkesin sevdiği ama kimsenin söyleyenini bilmediği bir şarkıyı kimin söylediğini bilmek ne eğlencelidir..

Bazen bir kuşun omzuna konması ne çok anlama gelir..

Bazen birileri senin anlamadığını zannederek oyunlar oynarken onlardan bile daha iyi anlamak ne tatmin edicidir..

Bazen sen yağmur yağsın diye içinden geçirirken Tanrı’nın günlük güneşlik bir havada dolu yağdırması ne büyük bağdır seninle O’nun arasında..

Bazen susarsın ve anlaşılmayı beklersin, bazen yazarsın.. Ne büyük bağdır biri tarafından anlaşılma yanılgısına kanabilmek..

Bazen bir susanın gözlerinden anlamak da öyledir, onun söylemediklerini…

Bazen söylemek isterim ne hissettiğimi. Bazı bazı içimden nelerin geçip gittiğini, yapamam.. Anlaşılmayı beklerim, anlamazlar ki.. Yazarım ben de bazen. Hiç durmadan yürüdüğümü ve bir gün varacağımı ve orada bir parti olduğunu yazarım. Ordasın değil mi?

Bazen senden bile şüphe ederim. Ve sen, tam ben telefona bakınca ararsın, tam ben “keşke şimdi” derken çıkarsın karşıma, tam elimi uzatırken boşluğa, tutarsın elimi ve ben kızarken yalnızlığıma bana “çok yaşa” demediği için, “çok yaşa” dersin sen. Yalnız bir akşam yürürken sokakta, sokağın diğer ucundan yürürsün bana..

green grass

Lay your head where my heart used to be
Hold the earth above me
Lay down in the green grass
Remember when you loved me

Come closer don't be shy
Stand beneath a rainy sky
The moon is over the rise
Think of me as a train goes by

Clear the thistles and brambles
Whistle 'Didn't He Ramble'
Now there's a bubble of me
And it's floating in thee

Stand in the shade of me
Things are now made of me
The weather vane will say...
It smells like rain today

God took the stars and he tossed 'em
Can't tell the birds from the blossoms
You'll never be free of me
He'll make a tree from me

Don't say good bye to me
Describe the sky to me
And if the sky falls, mark my words
We'll catch mocking birds

Lay your head where my heart used to be
Hold the earth above me
Lay down in the green grass
Remember when you loved me

6 Ocak 2008 Pazar

insan yeter ki istesin..

Bu sahili hatırlıyor musun? Senin omzunda bulduğum sahil. Tam da saçlarımı yastığın üzerine doğru sermiş, tüm dünya üzerinde gidecek bir yer ararken, bulduğum sahil.. Tahta masamızda oturmuş, sandalyede ileri geri bile sallanmış, aslında arada duran masaya biraz gıcık kapmış, yine de işte ay ışığı ve deniz hışırtısı, yine de işte gözlerimin aradığı bir sen bir de deniz varmış, yine de ben mutluymuşum, sen mutluymuşsun..
Ne bulduğumuzu anlayamamakta direnmek üzerine kurulmuş bir hikaye bu biliyorsun. Ne bulduğumuzu bulmamazlıktan gelmek üzerine kurulmuş. İnsanların yıllarca aradığı o şey bir tatlı huzur almaya gelmek iken kalamıştan, ben huzuru almışım, kalamamışım..
Dizlerinin dibine çöküyorum, tüm sosyal maskelerimi kapının önünde bırakıyorum, malum sigara kokuyorlar aksi halde, saçlarım sigara kokuyorlar, tenim sen kokuyor sonra, sonra havalandırıyoruz kendilerimizi, kokular siliniyorlar, dizlerinin dibinde kalıyor benim maskesi düşmüş yüzüm, alışık değilim, utanıyorum. Bunca maskesiz kalmayı neredeyse unutmuşum. Neden utandığımı anlamıyorsun sen, anlatamıyorum ben de. Sen sorunca kelimeler beni terk ediyor, kafamda yanıp sönen soru işaretleri ve ünlemler kalıyor. Ben ünlemleri tanımıyorum, sen diyorsun ki “güçlü bir ifade biçimini simgeler”, güçten ve ifadelerden ve simgelerden öyle uzağım ki sevgilim anlatsam duyamazsın diyemiyorum.
Denizin üzerinde ayın ışıkları şemşiriyor, ben şemşiriyorum, güzel türkçemize şemşirmek kelimesini sokmak mecburiyetinde kalıyorum, türk dil kurumu durumu umursamıyor, biz kimseyi ve hiç bir şeyi umursamadan bitmemesini dilediğimiz ama bizi hemen terk eden saatler geçiriyoruz, saatler bitiyorlar, günler bitiyor. Anı oluyor sahil ama ben o şarkıyı baştan dinliyorum.
O kadar mesudum ki keşke hiç bitmese türünden Türkan Şoray repliklerimi savururken ben, senden herhangi bir Kadir İnanır hamlesi gelmiyor, gülümsüyorsun, dünya duracak sanıyorum. Ben dünya duracak sanarken kulağımda saatin tıkırdıyor, saati çıkararak saatleri durdurabileceğimizi sanacak kadar safız, saat durmuyor , dünya da “gay” bir hava seziyorum..
Masadan kalkıp küçük ve bir yatak bir dolap bir sen bir de ben sığacak kadar büyük odamıza dünyayı sığdırmayı başarıyoruz. Rakının tadı kalmış damağımda, dişimde kalan beyaz peyniri yanına katık edip bir miktar da sen çekiyorum içime, dışıma ben üflüyorum akabinde.. Sıcak hava, nemli yatak, bir pansiyonun camından içeriye gelen tatilci sesleri, ve ne de güzel bir beyaz eskisi pike üzerimizde. Pike ki yeri doldurulamaz bir hissiyatı vardır çocukluk gibi gelir bünyeme.. Pikelere dolanıyoruz, ben eflatun olmak istiyorum hemen akabinde fikrim değşiyor karakterlerden neron beğeniyorum kendime, içmişim rakıyı da dünyayı yakıcam tutmayın beni demek istiyorum ama kolun dolanmış boynuma, bir adım bile atamıyorum.. İçeriye vuran sarhoş tatilci seslerini dinliyoruz yatıp, dünyanın en önemli şeylerinden bahsediyorlar, biz dünyanın en önemsiz şeyleri oluveriyoruz hemen, dünyanın en mutlusu biziz diye bağırmak istiyorum balkonlardan sarkıp ama kolun boynuma dolanmış, bir adım bile atamıyorum.. Bu odanın dışı yok olsa diyorum sana, kapıyı açsak ve dünya yerinden gitmiş olsa, magmaya kadar delik olsa dışarısı, bu oda kalmış olsa, sen ve ben olsak mesela sadece.. Şikayet etmem diyorsun sonra aklına geliyor, “gözlerinin işi var senin”..
En çok sana susuyorum ben o sırada, susuzluğumu seninle gidermeye çalışıyorum bir yandan bir yandan da kendime sessizlik ekliyorum. Cevaplarımı saklamaya çalışıyorum, ihtiyacımız olan sorular değil ki, soru işaretlerine gerek yok ki, istediğimiz bu değil ki.
Keşke sonsuza dek o odanın içerisinde kalabilseydik. Keşke bir mucize olsaydı ve dünya gerçekten yerinden gitmiş olsaydı kapıyı açtığımızda. Keşke, keşke demeden cümleler kurabilseydim. O masada dinlediğimiz şarkıya eşlik etmek için yarı belimize kadar denize girip kollarımızı aya doğru kaldırdığımızda bizi kucaklasaydı. Keşke kucağım sana öyle bir kapanmış olsaydı ki sen içinde kitli kalsaydın.
Bütün hikayelerin bir sonu olduğunu bilmeseydim ben, her şeyin bir sonunun olduğunu hatırlamasaydım. Ya da unutmasaydım en azından en baştan, ama kolun boynuma dolanmış, hiç bir şeyi hatırlayamıyorum.
Bütün tecrübeler yerini boşluklara bırakmasaydı. Bende her zamanki gibi öğrenilmiş bilgiler sıfırlanmasaydı.. tenin tenimi bunca yakmasaydı, o odadan çıkmasaydık.
Gerçek denen şeyin içerisinde bunca gereklilik kipi ile yaşatmaya çalıştığım hallerime dünya ucundan kıyısından bulaşmasaydı. Telefon çalmasaydı, gitme vakti hep gelmeseydi, gözlerinin işi olmayıverseydi mesela, öpücük balıkları susuz kalıp ölmeseydi..
Dışarıya çıkıp sırtımı güneşe vermek istiyorum biraz, yan gelip yatmak, sıkılınca diğer yanımı devreye sokmak. Isınmak istiyorum, denize girdiğimde üzerimden buharlar çıkarmak.. Bu yalnızlıktan biraz kurtulmak, bunca birlikteyken herkesle, bunca çok şey anlatırken mesela, birazcık anlaşılmak. İçimden çıkan manik ile yatağın altına saklanmaya meyleden depresifi kucağıma alıp ikisini birarada taşıyabilmek..

Aynı yöne bakıyoruz, aynı şeyi göremiyoruz. Aynı yöne bakarken aynı yere bakmıyoruz, birbirimize nereye baktığımızı söylemiyoruz. Kimse diğerinin nereye baktığı ile ilgilenmiyormuş gibi yapmalı. Kimse ne gördüğünü anlatmamalı, susmalıyız. Bir oyun oynuyoruz aslında yine de, kurallarını kendimiz koyuyoruz sanıyoruz üstelik. Bu cüret ikimizde de var elbette, bu yaratan olma hevesine sahip yaratıcı ruhu bize veren bir yaratan varsa, o düşünsün bize ne diyip gülümseyebiliriz. Her durumda gülümseyebilecek gibiyiz nitekim oyunumuz var, kurallarını da biz yazabiliriz, her şeyi yönetebiliriz sanıyoruz.
Sanrılar..
Tanrıcılık oynamaların sonunun acı ile bittiğini kabullenememeler. Yaratan olmak değil de yaradılan olmanın tevekkülüne inanmamalar.. sıfatlara ve yön tabelalarına ihtiyacımız yok bizim, duygularımıza isim vermemiz elbette gerekmiyor, kimsenin diğerinin hayatında ne iş gördüğünü belirlemesi lazım değil, şimdi mutluyuz bu yeterli (evet canım biliyorum mutluluğun sahtesi olmaz, şimdi blue pills or red pills, uzat avucunu yutacağım denk geleni..)

Ve sen hızla canımı yakabileceğin bir noktaya ulaşırken hayatımda, hiç sorun etmiyorsun bunu, yeri geldiği zaman can yakmak bir gereklilik kipi belki, öğrenime devam edilmeli. Bunu sana söylesem itiraz edeceğinden öyle eminim ki kendime susmalardan bir susma beğeniyorum..where is love, where are the butterflies, where is zsa zsa zsu diye soramıyorum, oyunun kuralı bu. Kuralına göre oynamayanın yanacağını biliyorum, yanacağımı biliyorum, ve her defasında olduğu gibi, bile bileyim ben, adımı bu olarak değiştirmek istiyorum..
yanan yerlerime merhem sürer misin diye en sevimli halimle sana geldiğimde seni odada bulmamayı beklemiyorum. Bir not bile bırakılmadan, bir tek cümle yazılmadan, işaret verilmeden vurulmayı beklemiyorum mesela, sırtımda kalan şezlongun izlerinin böyle derinden acımasını beklemiyorum, sırtımda acıyan başka bir şey olmalı, hançerini kontrol eder misin sırtımda unutmuş olabilir misin tatlım diye seni aramak istiyorum, aramıyorum, oyunu ben bozdum biliyorum. Ve bu garip oyunda benim görevim kit, kendimi kaptırmadan seni sevmekti. Seni sevmenin içerisine ilişki öğeleri katarak bir şeyleri bok etmemekti.
Beceremedim sanıyorum. Neden gittin, neden boştu oda, yatak neden topluydu mesela, kim toplamıştı bilmiyorum. Kolun boynumda kalmış canım diye seni aramak istiyorum, aramıyorum.
O gece dışarıdan yine o sarhoş adamların konuşmaları geliyor, sonra uyumaya gidiyorlar, onlar normal insanlar ve artık benden daha mutlular oysa ben buna hiç ihtimal vermiyorum. Kahkahalar atmalarına, kadınların “ay çok güldüm” demesine, çocukların sorun çıkarmadan erken yatmasına, yemeklerin güzel, rakının tatlı, denizin sakin, havanın ılıman, dünyanın dönüyor olmasına bir mana veremiyorum.. Saatinin tıkırtısı devam ediyor, senden ne bir ses var ne de bir görüntü, ben de duruyorum.
İçime sinmesini bekliyorum bu durumun sabırla.
Buna da alışacağımı biliyorum nasılolsa. .

1 Ocak 2008 Salı

içimizdeki gürültüyü sessizleştiren adamları sevip, içimizdeki gürültüyü kendi gürültüleri ile bastıran adamlara aşık oluyoruz.

burada bahsi geçmekte olan "biz" nasıl bir grup, kimlerden oluşur, kimleri dışında bırakır bilmiyorum. sadece "bu ve benzeri" kadınlar olduğundan haberdarım. zaman zaman sessizliğe, zaman zaman kendi içindekinden daha büyük bir gürültüye ihtiyaç duyan ve bu sebeple "tutunamayanlar"a ufak bir gönderme ile "dengelenemeyenler" adı altında toplanabilecek kadınlar. hepsini bir erkekte bulamadığından muzdarip, hepsini kendi bünyesinde barındırmaktan daha da muzdarip olanlar. grubun adı "muzdaripler" olarak da değişebilir, paşa gönlüm bilir. Hayatlar her hakkı saklı tutar, gruplar gönle göre isim alabilirler, isterlerse tek çatı altında toplanabilirler, çatı mor olabilir..

ya da yıllardır her kadının yaptığı gibi, bunca kadın kadına konuşmaya rağmen, her kadın kendini, kendi hikayesinden bağımsızlaştıramamaktan, bir hikayenin biricik kahramanı sanır, grup falan olmaz, istisnalar kaideyi bozmaz.. Netice ise sabit kalır, bir gürültücü erkekler vardır, bir de o kötü kokuları saran fısfıs gibi gürültü kovan erkekler..

Zamana göre ihtiyaçlar değişir, bazı kadınlar için.

Çünkü bazı kadınların dışında kalan “öbür kadınlar” ne istediklerini, ne aradıklarını bilirler. Aldıklarından memnun olmayabilirler ama bilinçli tüketicidirler en azından. Bu sebeple tüketene kadar tüketmek istediklerini kullanırlar. Mesela “bana gürültücü erkek lazım” derler, onu alır, onu boşar, başka bir gürültücü erkekten yaşamlarına devam ederler.

Bense kendime bir ses düzeyi belirleyemiyorum. “İçerideki ses düzeyi geçici sağırlığa sebep olur” tabelasını göre göre koşabileceğim gibi, kuş sesi bile olmayan bir çayırda yıllarımı da geçirebilirim..

bir sorum var;

"umduğun dağlara karlar mı yağdı, içinde bu kadar öfke mi vardı?" öyle bir şeymiş işte radyoda çalan şarkı.. "seni çok sevmiş olsam da unut beni lütfen, sana çok kızmış olsam da ara beni lütfen" diye kendi içinde gelişen bir yaz şarkısı. Iq'su düşükler için türkçe sözlü hafif müzik harikası..

salaklar eceli gelmeden ölür mü?

yalanlar hususunda;

insanların söyledikleri yalanlara önem vermemeleri beni çileden çıkarıyor. Yalancı olmak bir şeydir ama kabalık, çirkinlik, düşüncesizlik, hayal gücü yoksunluğu, umursamazlık, unutkanlık çok başka şeylerdir. Yalan yine de içerisinde bir naiflik bulundurur, korkan ya da üzmek istemeyen bir çekingenlik (iyi niyetten dalavere).

Gerçeklerin çok güzel olduğunu kim söyleyebilir? Yalan toplumun en “tü kaka” eylemlerinden olduğundan belki de, hayal etmek eylemi de “boş işler” arasında sayılıyor. Oysa bana bir kişi gösterin kendi ile mutlu olan..

Ne demiş G. “Mutluluğun sahtesi olmaz”.

Işte bu sebeple insanların hemen anlaşılan, gerçeğine hemen ulaşılan yalanlar söylemelerine çok sinirleniyorum. Hiç söylemesinler daha iyi!

öyle mi ki?

“İnsan sosyal bir hayvandır, sadece sürünün içindeyken mutlu olur. Saçmaymış, kötüymüş, onun için fark etmez, her şeyi benimseyebilir, yeter ki sürü de benimsemiş olsun. Sürünün yaptığı her şeyi yapar, böylece bir yere ait olur.”
- Kierkegaard