24 Eylül 2011 Cumartesi

müzik ruhun gıdasıdır ve ben bir bokboğazım

Sabah kalkıp camı açıyorum, geceden çiğ yağıyor buaralar ve böylece sabah kalkınca içeri mis gibi bir orman kokusu doluyor. çiğ kokusu, toprak kokusu, serinlik.. gündüzleri yine yaz o yüzden sabah erkenden kalkmayı çok seviyorum. kocaman bir bardak filtre kahve yaptım, bütün evi saran filtre kahve kokusuna ayrıca hastayım. ve sonra müzik açayım dedim, şu digiturk'un akvaryumlu kanallarından bir tanesine bakayım derken "jazz" gördüm ve "olur" dedim, tam da sabaha uygun..

sonra g. geldi aklıma, aslında kahveyi yaparken de gelmişti ama jazz açmaya kalkınca "yaşlandık lan" dediğini anımsadım. daha evvel yani ortaokul ve lise yıllarında jazz dinlemeye başlamış arkadaşlarımız vardı. şaşkınlıkla izlerdim kendilerini, hatta meraktan bir kaç teşebbüsüm de olmuştu ama akabinde "ne buluyorlar lan bunda, ben de bir eksiklik var garanti" dediğimi de hatırlıyorum. şimdi o eksikliğin ne olduğunu anlıyorum işte: yaş. onlarınsa ya evlerinde jazz dineyen büyüklerinden gelme bir kulak alışkanlığı ya da bu müziğe "tahammül" etmelerine sebep olabilecek kadar özentileri olduğunu düşünüyorum.

bizim evde ne klasik müzik ne jazz dinleyen yoktu mesela. annem ve babamın beraber olduğu zamanları hayal meyal hatırlıyorum ama evde ya da arabada çalan müziklerden aklımda kalan "sezen aksu 88" albümü, kayahan falan. babamın ilhan irem'in bir albümüne bir de "odalarda ışıksızım" diyen kayahan şarkısına ve Alpay'ın "Eylül'de gel" albümüne çok taktığını hatırlıyorum (o albümü yakın zamanda indirip tekrar dinlemişliğim de var). daha eski yıllardan kalma bir ibrahim tatlıses kasedi "dom dom kurşunu" ile uzun bir seyahat de aklımda kalacak kadar kötüymüş sanırım :)

halalarım daha güzel şeyler dinliyordu, yeni türkü ve "yeşilmişik" ile tanışmam onların sayesinde oldu nitekim.

en sevdiğim müziklerle karşılaşmam ise orta 1 yani 11-12 yaşlarıma denk geliyor. M.'nin evde dinlediği müzikler bambaşkaydı. Bir kere en başta Pink Floyd 45'likleri vardı, Michael Jackson, Madonna, Boney M, Elton John, Pet Shop Boys, Rolling Stones ve tanıştırıldığıma çok memnun olduğum ama adını yazarken hala güçlük çektiğim Georges Moustaki gibi bir sürü isim hayatıma girdi. Hepsini çok seviyordum ama hiç bir zaman tek bir şeyi sevemiyordum. Yani tek bir müzik türünün takipçisi ve hatta fanatiği arkadaşlardan biri hayatımda olamadım. Sahip olduğum müzik listeleri g. ve benzeri kendi standartlarını belirleme enstitüsüne sahip ve ancak bu standartın üzerindeki müziklere dayanabilen kulaklar yerine, her duyduğu nakaratı aklına takan ve asla shuffle'da müzik dinleyemeyen bir insan oldum. çünkü m.'den o müzikler gelirken bir yandan da babamın kasetleri içerisinden ahmet kaya gibi hayatımda ciddi anlamda yer tutmuş adamlar, orhan gencebay, cengiz kurtoğlu falan çıkıyordu ve ben onları da sevmiştim. 80lerin başından (belki biraz daha önceside vardır) kalma ajda, nükhet duru, nilüfer albümleri çıkıyordu evden. ne bulsam dinliyordum bende. bir tek metal sevmemiştim (o dönem acid diye de bir moda olduğunu ve evde "pump up the jam" diye tepindiğimi de üzülerek hatırlar gibiyim) ancak metal içinden bile populist olanları seviyordum. işte bu nedenle asla shuffle yapamayan bir insanım..

Ortaokul sıralarında Sin ve ablaları vardı müzik hayatımın merkezinde. Yeni Türkü en sevdiklerimizin başındaydı, arkasından Ahmet Kaya geliyordu, canım "sol" çekiyordu öyleki işin sonu Grup Yorum dinlemeye ve "şu metrisin önü bir uzun alan" derken kasedi babam tarafından arabanın camından fırlatılan Ali Asker'e kadar varmıştı. Babam kasedi camdan atınca solcu olmaktan da vazgeçtim zaten.. Sadece kasedi attığı için değil, "solcu" diye bir şey olmadığına, sadece insan olmak gerektiğine, sağ sol diye bir şey olmayıp yalnız "çıkar" olduğuna, eski solcuların şimdi bardak olduklarına dair güzel bir konuşma ve "yemediğin bokun hatırı kaldı, bir de solcu ol başıma hapse falan da gir" demesinin de etkisi oldu sanırım :)

G. ile tanışmam ise müzik dünyama çığır açtı diyebilirim. Gerçekten diyebilirim çünkü bana ozamana kadar hiç duymadığım çok güzel müzikler dinletmeye başladı, ilki de Radiohead'di. Lise 1e gidiyorduk ve yatağının yanında (kenarları beyaz kütüphane, ortasında kocaman bir yastık duran yatağı olan odada) yere çökmüş teybi durdurup başa sarıp şarkı sözlerini çıkartmaya çalışıyorduk.. Hala da aynı şekilde devam ediyor, ben ona bir çok yılda bir karşımıza çıkan "çok güzel Türkçe şarkı"ları veriyorum o da bana bir sürü bir sürü müzik..

Müzik alışverişi çok eğlenceli ve bir dönem çok yaygın yürütebildiğimiz bir şeydi. Şöyleki youtube saolsun, her gittiğimiz evde kendi dinlediğimiz, dinletildiğimiz ama kimsenin henüz haberi olmayan müzikleri birbirimize gösterdik ve bunun yaygınlaşması sonucu müthiş güzel şeylerle karşılaştık. Bu işin başında S. geliyordu. O dönemin sonucunda elimde 55GB müzik kaldı. Fatima Spar und die Freedom Fries, Jehan Barbur gibi çok severek çok uzun süre dinlediğim müziklerin yanında biraz klasik müzik, bolca Jazz'ı aşılayan da o oldu aslında. Müziğin aşılanan bişey olduğuna gerçekten inanıyorum, belki S.'nin çocuğu olsam ortaokul - lise zamanında bende şimdi bile anlayamadığım o çocuklardan biri olabilirdim..

Şimdi düşünüyorum da en baba müzik arşivlerinden birine sahip olan (ki bahsettiğim dönem henüz evlerde internet yoktu), en çok CD alabilecek parası olan ve bunun sonucunda en büyük boy "CD case"leri ağzına kadar dolduran E.'nin bir kuruşluk faydası olmadığını anlıyorum. Enteresan. Birlikte olduğum insanların en kısa süre görüştüklerimden bile hemen hepsinden en az bir-iki şarkı almışken, ondan hiçbir şey kalmaması gerçekten tuhaf. Belki bir Charlie Haden..
Ve artık facebook var. Video çöplüğü haline geldi ve herkes dinlediği müziği ya da ilginç gördüğü video'yu paylaşıyor. Bir tanesine bile tıklamıyorum. Canım değişik bir şeyler dinlemek istediğinde G.'nin profilini açıyorum ve onunkileri sırayla dinlemeye başlıyorum. Uzaktan destek operatörü gibi beni hala kurtarmaya devam ediyor..
 
Ve dahada düşününce hemen herkesin bana en az bir müzik upload ettiğini anlıyorum..
Velhasıl, bu jazz dolu sabahta müzik konusunda tam bir bok boğaz olduğum sonucuna varabiliyorum..

Geçen sene bir müzik öğretmenine gittim. Amacım klarnet çalmayı öğrenmekti ama onun hocası çok para istedi. Bende illa bir şey çalma derdinde olduğumdan ne yapabilirim diye müzik hocasıyla konuştum, bana türkçe müzik ya da arabesk dinliyorsam bunun kulağımda kalıcı hasara sebep olacağını ve iyi ses ile kötü sesi ayıramaz haline geleceğimi söyledi. Elbette ondan ders almadım.. Hala da "Gözümde canlanır koskoca mazi,
Sevdiğim nerede ben neredeyim" veya "Duvardaki resminle avunur gönlüm" diye başlayan, "beni benden alırsan seni sana bırakmam" diye devam eden ağzına kadar arabesk gecelerim de var, "Neşem yok annem o düğüne gelmem" diye göbek atan güllü ile oynamışlığım da..Jazz dolu kahve kokulu Pazar sabahlarım da..
 
Bokboğaz derken abartmıyorum yani..
Yeterki gönüller bir olsun!


7 Eylül 2011 Çarşamba

tam olarak ne yapacağımı bilemez bir kıvamdayım, içim sıkılıyor.
vicdan içimden söküp atmak istediğim bir histir a dostlar. gerçekten vicdansız, hain yani dışarıdan bana bakanların "domuz gibisin" demesine yaraşır bir şekilde en az bir domuz kadar domuz gibi olabilmek istiyorum. en sonunda olacağıma da inanıyorum, yapıcam bunu. şu kalbimi biraz daha siksinler ondan sonra kesin her şey yoluna girecek.

annemin beni, dünyayı bana daha da dar etmek için dünyaya getirmemiş olduğuna bütün iyi niyetim ile inanmak istiyorum ki kendi beyanını esas alırsak aslında yaşamayı benim için kolaylaştırmaya çalışıyor. peki ozaman şimdi benim içim neden bu kadar sıkılıyor? yağlanıp götüne girsem fayda etmeyecek bir aileye sahip olmak bir tek benim sorunum değil, yıllardır benzeri mağdurlar var etrafta, kör değilim ama bu hafifletici bir etken olmuyor. ne yapsam olmuyor diye bağırasım var ama hayvan gibi öksürüyorum ve sesim kısık. içimden bağırıyorum bende.

aha bak huzurum püf diye uçtu gitti, bu sıkıntı da böyle kalır şimdi içimde, hep böyle olmuyor mu zaten? benim bir suçum olmadığından emin olmama, hatta bir kaç gün öncesine kadar deli gibi sinirli olmama rağmen şimdi sinirim geçti ve aslında ne boş bişey için kavga ettik diye kendimi yiyorum, o ise olanca umursamazlığı ile hala bana it gibi davranıyor. peki ben benim için çekilmemiş olan vicdan azabını hem anama hem babama neden hissediyorum? kalbimi sikeyim a dostlar diyerek kendimi tekrar etmemi mazur görün, maruz kalın veya, veya bu konuyu burda kapatabiliriz isterseniz.

2012 yılında kıyametin kopacağına inanan insanlardan biriyim. maya takvimi ya da herhangi bir örgüt ile bağlantısı yok bu inancımın, sadece haberleri izleyerek vardım bu kanaate. kıyamet diye bir şey olmayabilir, belki böyle paket lastiği gibi gerile gerile çaat diye kopmaya da bilir ama elbet bu dünya da kendi pisliğinden arınmak için şöööyle bir gerinip bizi tükürecektir. insanlığın gittikçe balgama benzemekte olduğunu fark etmediğinizi söylemeyin. ve bence çok az kaldı. biraz daha çabuk olsa daha iyi bile olur.

3 Eylül 2011 Cumartesi

ultimate fake

ölsem de ruhum huzura ermeyecek hissine kapıldığınız oluyor mu? hoşgeldiniz.
komşunuz sinem camdan bağırıyor (komşumuz mehmet'in yatak odasından seslenmesinin aksine bu bağırışımın zevkle değil bilakis acı ile alakası var malesef..) komşunuz sinem camdan neden bağırıyor? çünkü oturduğu sitede hayvan beslenmesine izin vermeyen zihniyet, çocukların şirin, sevilesi ve zararsız olduğuna inanıyor. oysa elimde bir tılsımlı sopa olsa o çocukları derhal birer kediye çevirirdim. herkes kendi çocuğunu süpürse diyeceğim geliyor ama herkes kendi kalbinin içini süpürse demek daha doğru bence. ne pis kalpliymişsiniz yahu.. üstelik bir de ürüyorsunuz.

az evvel ekşi sözlük'te "sevgilinin doğru kişi olmadığını anladığınız an" diye bir başlık okudum. altına da sayfalarca yazı yazmışlar. görür görmez şunu düşündüm "kendimin sevgiliye uygun olmadığını anladığım an'lar". ne güzel bir kendine güven oysa bu, sevgili doğru kişi değil, doğru kişi benim. maşallah ozaman sana, ne güzel. ozaman sevgiliye ihtiyacın yok, go fuck yourself anacım elalemin bozuklarını düzeltmekle ne uğraşıyosunki. benim de kendime güvensizliğime gel.. doğru olmayan mutlaka benimdir diye öyle sindirmişim ki içime, bu sevgiliye uygun değilim ben diyip çekiliveriyorum kenara. sorun sende değil bende yani, mutlaka öyle. ve gerçekten de öyle. nerde iyi kalpli, işinde gücünde, evinde barkında, kendi halinde, normal insan görsem derhal sıkılıveriyorum. hadi bir gün sıkılmadım diyelim, ozaman öbür gün sıkılıyorum. çünkü monoton dediğimiz şey kafama "onu tanı, içine düşünce koştur" sözleri ile yerleşmiş durumda. ha ben 24 saat parti insanları ile mi takılıyorum? hayır. ama arızası baki adam gönlümü hoş ediyor ne diyeyim. mutlaka bir yerinden bir çatlak, sızıntı en kötü kabarmış boya olacak ki bileceğim içerden de olsa bi kaçak var. kimi içinden kesik, kimi dışından ama gerçekten yürekten severek tahammül edebildiklerim bu insanlar. çünkü beni onlar anlıyorlar, çünkü aynı anda aynı yöne bakarak gülmeye başlayabildiğim insanlar onlar. çünkü bu dünyada yara kardeşliği diye bir şey var ve kan kardeşliğinden öte olduğuna kanaat getirdim. izlerini taşıdığımız yaraların kardeşliğinin bir ömür sürdüğüne inandım. pek tabii parmak uçlarını keserek intihar etmeye benzemiyor bu işler..

çok sıkıldım.
yaz bitiyor ve böyle bitmesini istemiyorum.
iplerimi kesenin elinden öpücem.(special thanks to b.)
so, say when you're comin' to this dirt place that i'm in?