29 Nisan 2009 Çarşamba

savaş boyalarını sürmek

acaba kadınların işe giderken / sokağa çıkarken makyaj yapıyor olmalarının sebebi kendilerini daha güçlü hissetmek (neye karşı emin değilim, belki "the others"a belki de hayata karşı) midir?

peki benim makyaj yapmıyor olmamın diğer insanları rahatsız ediyor olmasının sebebi ne olabilir?
yataktan kalktığın gibi işe gitmek dedikleri şeyin ne sakıncası olabilir? (saçımı tarıyorum ya!)

hayata çıkmadan evvel savaş boyalarını sürmelisin,
yoksa diğerleri şaşırabilir!
Seni sevdiğimi anladığım günden beri
Sesler değişti, renkler değişti

Yüzümdeki çizgiler başkalaştı
Geçmişim değişti, oyunlaştı
Yeşilin ortasında gelincik gibi

İnceleşti, yabancılaştı
Siste bağıran vapur düdükleri gibi
Geliyor muyuz, gidecek miyiz

Yoksa
çığlık çığlığa
..


Seni sevdiğimi anladığım günden beri
Hiçlik değişti, yokluk değişti

Karşılıksızlığım dengeleşti

Günler değişti sana dönüştü

Nasıl gördüğün düşü yeniden istersen

Nasıl bir yılgınlıktır sabah zilleri

Zamanı gelince nasıl terk eder kuşlar

Kaçıyor muyuz, kalacak mıyız

Yoksa
çığlık çığlığa..


Seni sevdiğimi anladığım günden beri
Yüzler değişti, dostlar değişti
Yorgun sokaklar bile karşı çıktılar

Adresler değişti, evler değişti

Seni sevdiğimi anladığım günden beri

Çocuklar bile bana çiçek diye baktılar

Yaşıyor muyuz, unutacak mıyız

Yoksa
çığlık çığlığa
..


ps: fotoğraflar annemin, şarkı bülent ortaçgilin..

28 Nisan 2009 Salı

27 Nisan 2009 Pazartesi

nisan mayıs ayları, gevşeyemedi gönül yayları

3 - 5 güneş gördük, iki çimene yattık, yaz geldi sandık.
peki nooldu sorarım sana hava, nooldu?
bu ne soğuk ya? aralık ayında mıyız? bu hava ne?
neden keyfimi kaçırıyosun illa?
tam yazlıkları dizmişken gardeloba, neden montumu giyip çıkıyorum velakin hala üşüyorum bi açıklar mısın?
üstelik orospu kankam k. bana webcam açıp erik ağacındaki erikleri izletiyor, arkasından kuş sesleri ve o bildik turuncu güneş görünüyor, nispette üzerine adam tanınmaz hale geliyor ve ben burda ellerim buz tutmuş napıyorum?
bir de üstüne "1 mayısta özel bankalar çalışacakmış" haberi ile cuma günkü "4 hatun arabaya atlar gideriz biz güneye" projesi cörtleyerekten pazartesi sabahıma renk katıyor. renk derken, ankara'ya uygun bir renk tabi, bir çeşit ağlamaklı gri diyebiliriz onun için. renkmiş. gri renk mi lan. çıkarılsın skaladan. sokayım griye.

üşüdüm ya, billahi üşüdüm. çok sıkıcı.

neyse olsun, en azından eylül ayında amsterdama gidicez, ordan kart atarım sana.
hadi şimdi çekil ve iyice ısınana kadar gözüme gözükme.

23 Nisan 2009 Perşembe

O tez dönüşün geç olunca,
Kendime tahammülü öğrendim..

edit: tekrar düşündüm de, belki de öğrenememişimdir..

22 Nisan 2009 Çarşamba

yes, it is.

kalp atışlarım hızlanıyor, göğsümün titrediğini hissediyorum.
ellerim titriyor..
bunca zaman sonra, bu müzik, bu kadar zaman bulamadıktan sonra,
bugün gelip kendisi beni buluyor.

"is it love" diyor kadın, tekrar tekrar.. is it love?

is it? is it?

kafamı çeviriyorum, yemyeşil çamların arasından adını unuttuğum oteller görünüyor..
kafamı çeviriyorum, rüzgar yanağıma sol taraftan çarpıyor, saçlarımı geriye itiyor..
kafamı çeviriyorum, gülen yüzler var bana bakan, gülerek baktığım..
kafamı çeviriyorum, sahilde kimse kalmamış, akşam üstü sakinliği gelmiş, sıcak geçmiş..
kafamı çeviriyorum, hemen yanıbaşımdasın, elimi uzatıp dokunuyorum..
daha şarkı başlarken her defasında aynı mutluluğu hissediyorum.
sahtesi olmayan mutluluk..
sanki bir takım kimyasal desteklerle doğrulmuş gibi, ama o kimyasal desteği damarlarındaki saçma kandan temin eden..
başka hiç bir şeye ihtiyaç duymadan, sadece müzikle tamamlanan..

istediğimiz kadar yüksek sesle, çünkü kimsenin bize ulaşamayacağı bir denizin ortasında bir yerde, bunu dinliyoruz.
hep bu şarkıyı.
sonra, camdan memelerini sarkıtıp bizi dikizlemeye çalışan karşı komşuya kıçını gösterdiğin sabah gibi pek çok sabah, odadan bu ses yükseliyor.
is it love?

bir başka gece, ben antalya sıcağındayım, küsüm sana.
arıyorsun, açmıyorum, sinir oluyorum, sinir oluyorsun.
senden nefret ediyorum, yoğun bir nefret bu, kızgınlık ile beslenen.
hayatımın kalanında adını bile anmayacağımı söylüyorum.
akşam oluyor.
beni arıyorsun.
"ne var?" diye açıyorum telefonu.
bana soruyor "is it love, is it love, is it love?".
bilmiyorum.

ankara'ya döndüğüm zaman, bana burayı hepten çekilmez edeceğini bile bile aradım durdum bu şarkıyı. belki de yeterince aramadım.
bugünse, şimdi işte, yeniden duydum şarkının başlangıcını.
kalbim hızlıdan ziyade daha sert attı sanki. fazla kuvvetli. canımı acıtacak kadar.
kokunu duymuş gibi. rüyalarımdakine benzer bir şekilde, sana sarılmış, "hadi gidelim" demiş gibi.

şimdi tekrar tekrar başa alıp dinliyorum.

I never knew a love
A love that could be sweeter
No matter what my mind says
Your music gives me fever
The moment that we danced
Your arms felt like a cradle
And when you took my hand
I was no longer able
It never felt so right before
I need to be with you much more
I can't believe this kind of fate
We can runaway...
Is it love?
I'm always in a spell
Even when I sleeping
You're always on my mind
I hope that I'm not dreaming
If I am let me stay asleep
Don't wake me up I feel complete
I never want to feel it end
What a lovely moment
I wanna give you my love
All the time
I wanna make love to you
All the time
I wanna be right next to you
All the time
I wanna be in love with you
All the time


yaranın kabuğu kalkıyor. o kalkınca ben dayanamayıp tamamını söküyorum.
yeniden kanıyor.
bu yüzden geçmiyor. tam iyileşecek gibi olduğunda, aklım zaten hep orda, elim de gidiveriyor. ve kabuğu ucundan tutup sertçe kopartıyorum.
kanasın.
geçmesin.
hiç bir şeye faydası olmaması umurumda bile değil. kimse, hiçbir şey umurumda değil.

geri istiyorum.

şımarık bir çocuk gibi sümüklerim akarak ve sesim kısılana dek bağırarak ağlamak istiyorum.
avutulamamış olduğumu herkesin gözüne sokmak istiyorum. herkes siktirip gitsin ve beni yalnız bıraksın ve yorumlarını da götlerine soksun istiyorum. seni geri istiyorum. geçen gece bana söz verdiğin gibi gelip beni almanı, olduğun yere götürmeni..

bu cevabı artık verebilirim sanırım; it is love.

gel, beni al.

14 Nisan 2009 Salı

koop island blues

Çok hoşumuza gitti "2 çocuğum olsa, aklım salıncakta sallanır" sözleri. Hem güldük hem de bir takım salaklıklarımızın 30 yaşa uymaz haline motto haline getirdik bunu.

T.'nin dün balkonda kızarmış flamingoya dönmesi misal, bu sözlerin tekrar edilmesine sebebiyet verdi, nitekim kendisi bugün bir takım toplantılarda bir takım "beyefendiler"e laf anlatacak ama dün balkonda uyuyakaldığından suratında yoğurt sürülecek bir kıvam var :)

aklın salıncakta sallanmaya devam etmesinin bir takım sonuçları var.
öncelikle bizi "salıncakta çocuklarını sallayan" yaşıtlarımızdan ayırıyor. akabinde bizim için bu hayatı çekilir hale getiriyor. nefes almak, bir çıkış planı, dayanabilme gücü..

şikayet etmeye başladıktan sonra sayfalarca şikayetlenecek şey varken bu hayatta, gün içerisinde yapılan bir saatlik bir kaçış, balkonda içilen bir kahve, bir kaç kahkaha, bize öğleden sonra çalışabilme gücünü veriyor. "Monday Sendrome Pill"i internette ararken, içimizde buluyoruz..

bir kandırmaca elbette bu, kendimize birer lolipop alıp sonra da "hadi bakalım şimdi işinin başına" diyoruz. aslında aklımız az evvel terk ettiğimiz salıncakta ama en azından müzik güzel diyoruz..

ama bunun da bir maharet istediğini, bunun da bir iş olduğunu düşünüyorum şimdi. kendini kandıramayan ve benim yüzümde haftalardır sabitlenen bu huzurlu gülümsemeye kavuşamayanlar içerisinde, kendimi en azından biraz olsun kandırabiliyorum diyerek mutlu oluyorum. üstelik daha da güzeli artık bunu "bira verin banaaağğğ" demeden yapabiliyorum.

sanırım olay şuymuş, seni aşağı çeken insanlarla değil, yukarı çıkartan insanlarla birlikte olmak gerekiyormuş.. mutsuzluk ve öfke yayan insanlarla değil, mutluluk ve renk yayan insanlarla..

ömür dediğin..

Çoktan başlamıştı bunu biliyorduk zaten. Bir zaman evvel diyordum ki “arada bir şarj olmam lazım” ama bunca zamanın arkasından şimdi “pil şarj tutmaz oldu” diyorum.

Ve raf ömrü gerçeği yeniden giriyor hayatımıza.

Bu benim kabullendiğim bir gerçek, her ilişkinin bir ömrü var evet.

Belki de e.’ye bu kadar çok kızmazdım, bana olur olmaz sebepler saymak yerine “doldu” deseydi sadece..

Belki de bunu söylemem gerekiyor benim de, son sebebi gösterip “bunun yüzünden” demek yerine, ya da kızdığım, kırıldığım ne varsa saymak yerine, esas önemli olanın eskiden tahammül edebildiğime artık edemediğimi görüp “raf ömrü doldu” demem lazım..

13 Nisan 2009 Pazartesi

Müslüm Baba Sen Çok Yaşa




Manyakça belki ama çeşitli zaman ve mekanlarda hayatımıza duhul eden bir Müslüm Gürses gerçeği var. Bu da elinde rakı kadehi ile çekilmiş süper pozuyla durduğu "Aşk Tesadüfleri Sever" albümünden ve daha da önemlisi o albümün içerisindeki nilüfer adlı parçadan kaynaklandı. Daha evvelinde "neeee jilet mi?" gibi tepki vereceğinden emin olduğum bir sürü arkadaşım "yaa bu süper şarkı" der oldu. Müslüm Gürses varoşların kimliğinden koptu, jiletleri elden bıraktırdı, efes şişelerimizi tokuştururken "artık geri veeeer" diye bağırdığımız bir insan haline geldi.

Gerçi benim için arabesk hiç bir zaman "ııyyyyk" bir müzik tarzı olmadı, "batsın bu dünya" diyerek kaldırımdan düştüğüm bir gece de dahil olmak üzere eğlence anlayışımın bir kısmında her daim bir arabesk tadı vardı. Sibel Can'dan "tövbeler olsun"lu N. geceleri, ibo'nun "kop gel günahlarından"ı ile geçen yaz içilen büyük büyük rakılar gibi Müslüm'le sınırlı kalmayan bir zevk olduğunu söylemek mümkün bunun..Hatta bunun sonucunda, kimileri tarafından "insanın mp3 çalarında böyle şarkılar olur mu abi" şeklinde aşağılandığım, hor görüldüğüm bile oldu :))

Neyse, Cumartesi akşamı bizim evin ordaki Kıtır'da bir kısım 80'ler, bir kısım 90'lar, hop hop basarak tek tek dizerek şeklinde eğlenip coşarken Hafif Batı Müziği ile, hadi dedik artık yeter eve gidelim. (Bu içimdeki "boş evde takılma arzusu"ndan kurtulamamış insan haline ayrıca değinmek gerek. Kendi evimde tek başıma otururken bir kere bile yapmadığım bu hareket, annem evi terk edince neden geri içime geliyor hiç bilmiyorum ama "ev boş bize gidelim" oluyorum hemen :)) Çıktık zaten dibimizde olan eve gittik, birer tane bira aldık eve gitmeden, açtık biraları her şey güzel, biz de güzeliz zaten, ondan evvelki alkolsüz olduğunu iddia ettiğimiz Mojitolar hafiften estirmeye başlamış etkisini, B. müzik seçmekten usandı bir süre sonra ama hala arayış içerisindeydi ve tam o anda başladı;

..."zamanın eli değdi bize"...

İşte gecenin vurucu anı o oldu sanırım. Nitekim B. kendi evine döndüğünde aynada kendi yüzüyle karşılaşmış ve şaşı bakıyormuş :)

Artık bizi Müslüm mü çarptı, "artık geri ver" diye seslendiklerimiz mi, artık geri alamadıklarımızın hüznü mü bilmiyorum ama repeat'e alınmış Müslüm baba, hafifletilmiş rock bar maceramızın sonuna büyük bir damga vurdu. Bir ara saati filan unutmuş böğürerek hep beraber "sensiz ömrüm olsun" diye bağırıyorduk nitekim..

Sonra biralarımız filan bitince, sessizce evlerimize dağıldık.
Dağılmış olarak..

Çok güzel bir gece olmasının yanı sıra, sanırım beni etkileyen B. & T.'nin hiç aklıma gelmeyecek bu "Müslüm Baba" sempatisi oldu. Ertesi gün fark ettim ki, yeni albüm bile yapmış biz bilmeden, diğeri kadar sesli olmamış bu sefer ama içerisinde Kenan Doğulu'nun "Tutamıyorum Zamanı" şarkısı konmuş ve aynı Teoman'ın "babamın öldüğü yaştayım"lı şarkısı gibi bunu da Müslüm Gürses daha güzel yorumlamış, sanki daha bi çok yakışmış gibi geldi bana.

Şimdi sırada bu şarkılardan bir araba CD'si yapmak var.
Ha tabii Chris Cornell için bir araba laf sayan Sbb buna neler der onu da merak ediyorum :)

9 Nisan 2009 Perşembe

selimden gelen mim


Mim diye bir şey var takip edebildiğim blog dünyasında. Bugüne kadar uzaktan takip ediyor ve şaşırıyordum aslında, birileri birilerini bir takım konularda görevlendiriyor, görevlendirilenler de üşenmeden erinmeden bu görevleri yerine getiriyor. Bir takım “mim kuralları” filan bile uydurmuşlar, misal seni mimleyenin linkini vereceksin, sonra sen de bu “mim”i 3 kişiye ileteceksin gibi. Bir nevi forward message silsilesi (ki hiç hazetmem).

Ama işte Selim Işık, sevdiğim karakterlerden bir tanesi oldu, hatta öyle oldu ki cismen olmasa da fikren hayatıma işlemiş ki rüyamda kendisiyle konuşmuşluğum ve hiç görmediğim yüzü yerine de “ne idüğü belirsiz” bir yüz oturtmuşluğum bile var. Toygar ve Selim Işık şeklindeki çift karakterinden yağan yazılarını sıkılmadan, atlamadan okuyorum. Ona ulaşmam ise ekşi sözlükten bilip sonradan blogundan takip ettiğim travis&Tyler durden sayesinde oldu. Buradan 2 veri ile genellemeye ulaşacak olursak (oluyorum şimdi) ben çift karakterli insanları seviyorum çünkü neden? Daha eğlenceliler. Bi kere kalabalık, 2.si, karakterlerden bi tanesi sıkıcı olsa bile diğeri durumu kurtarabiliyor, 3.sü ise demekki bi yakınlık hissediyorum (“yüzlerimi ellerimin arasına aldım oturuyorum” şeklinde başlayan ve benzeri bir takım yazılara imza atan ben, zaman zaman s. zaman zaman sin zaman zaman sinem olarak kendilerimden kendim beğeniyorum ne de olsa..)

Velhasılı kelam, Selim Işık bunu yazmış:(http://selimisik.blogspot.com/2009/04/ben-cocukken-mim-diye-bir-sey-yoktu.html) , sonunda da bana mim kitlemiş. Başkası olsa nereme sallamadığım belli olmazdı ama onun yazdığı yazı hoşuma gitmiş olduğundan olsa gerek, “ben de yazayım noolacak yau” dedim.

Şimdi çocukluğumu anlatmam gerekiyormuş.

Unutmaya çalıştığım kötü hatıralarımı sıralayıp bu “depresif blog çampiyonşip ödüllü” blogumu daha da karartmak yerine, Selim’den örnek alarak daha insan bünyesine zararsız bir profil çıkarmaya çalışacağım 28 sene evvel başlamış olan hikayeme.

Annem beni zor doğurmuş, sanırım buradan başlamak uygun olur. 9 ay 20 günlük bir insan evladı olarak, dünyaya gelmek konusundaki isteğimi en baştan belirtmişim, az daha dursaymışım annemi de kendimi de zehirleyerek bu işkenceye başlamadan bir son verebilirmişim. Depresif olmayacak başlangıç konusunda başarısız olmuş olabilirim. Yazının muhtelif aşamalarında bunu yeniden deneyeceğim.

Neyse, o aşamada kimseyi zehirlememişim, oldukça “zorla “ denebilecek yöntemler ile dünyaya getirilirken kendime hiçbir zarar vermemişim ancak annem ağır hasar almış. “Daha da doğurma” demişler kendisine, ki beni yetiştirmek üzere uğraştığı süre boyunca Cirque de Soleil’e 150 milyon iyi eğitimli hayvan yetiştirebilirdi sanıyorum bu sebeple isabetli bir hal olmuş. Her işte bir hayır var..

Çocukluğun hatırladığım kısmı, şu an hala halamın oturmakta olduğu, 2 kat altta babannemin yaşadığı, 4 katlı, 4 tarafı bahçeli bir apartmanın en üst katındaki daireye denk gelir. Pek severdim orayı. Yenimahalle denen semt, bir çocuğun yetişmesi için oldukça uygun bir ortam sağlamıştı bize. Her yandan çocuklar fırlıyordu, bizim apartmanda alt katta benle yaşıt Didem (ki kendisi ile büyüme çağında ettiğim kavgalardan elimde kalan bir tutam saç olmuştu, beni annesine şikayet etmişti, annesi bize gelip anneme söylemişti ve annem beni çok kötü dövmüştü) ve karşı apartmanda eşit şartlarda (4 taraf bahçe) oynayan bir sürü çocuk vardı (nerden baksan 10 çocuk falandık, kuzenlerim de eklendiğinde yedekleri de olan bir futbol takımımız olabiliyordu..)

Her yandan çocuk fırlamasının ve bu sayede azgınlık yapmak için her daim yeterli kalabalığa sahip olmanın yanı sıra, bir de bahçeler ve o bahçelerdeki saklanacak, koşacak yer bolluğu, tırmanacak ve her daim hayvan gibi meyvesinden yiyerek karın ağrıtacak bir ağaç bulabilme imkânı bulunmaz Bursa kumaşıydı. Günlerim bahçede geçti, sokakta büyüdüm, sokaktaki insanların kimin çocuğu, hangi sosyal sınıfın neresinde durduğu gibi şeylerin hiçbir önemi yoktu ve hayatımın “sınıflandırmama” güzelliği sanırım oradan kaldı. Eve okadar girmezdim ki, zaman zaman bahçeye sıçtığımı buradan itiraf etmemde sanırım sakınca yoktur (pis miyim neyim, 2 kat yukarda bir ev, 4 kat yukarda bir ev daha var ama sen bahçeye sıç sonra da Crusoe gibi götünü yapraklara sil..). Ekmek arası bir şeyler verilmediği sürece babannemi minimum 30 kere “eve gel” diye bağırtıp oyundan kopamamak, diğerlerinin akşam 5 gibi ezan okunması ile eve girmek zorunda kalması (ne alakası varsa artık) ama benim babamın arabası otoparka girene kadar çamurdan topak yapıp yoldan geçenlere onu satmaya çalışmam da aynı zamanlara denk gelir. Hep bi ticaret kafası varmış demek. Bi de sümüklü cam silici bebeler gibi bahçeden kopardığım gülü yoldan geçen sevgililere kakalama isteğim vardı ki buna da hala mana veremiyorum. Babam duysa şimdi bile döver yani, o derece.

Meybuz almak için verilen 100 liralar vardı ozaman, limonlu meybuz, kolalı meybuz, haşlanmış mısır, plastik top. Giderlerim hatırladığım kadarıyla bunlardı.

Bunun dışında bahçeyi çevreleyen duvara hep beraber inci gibi dizilip çam ağacından kopardığımız iğneleri ilmekler haline getirip iç içe geçirerek en uzun zincir yapmaca, karpuz kabuğunun tepesinden kesilen parçayı kaplumbağa diye yutturabileceğimiz inanç ile ip geçirip yolda sürümece, ıslık çalıp yoldan geçen taksilerin durmasına yol açıp sonra hayvan gibi kaçmaca, bilimum yükseklikten çarşaf pike ne varsa dallara tutturmak suretiyle çadır yapmaca gibi eylemleri de hatırlıyorum. Genel olarak bir eğlence ortamı yani. Bazen de nedensiz yere (ya da şimdi hatırlayamadığım boktan nedenlerle) karşı apartmanın çocukları ile “savaş” ilan edilir, siper alınır, taş atılır, bu taş atma süreci birinin kafası yarılana kadar devam ederdi. Kafası yarılan “anneeee” diye ağlayarak eve gider, onun ailesi taşı atanın anne-babasına şikayet eder, biri dayak yemiş birinin kafası yarılmış olarak savaş sona erer, biz mutlu yaşantımıza dönerdik.

Karşı apartmanın bahçesine salıncak yapılması şartları dengesizleştirmiş, onları öne geçirmiş olsa da genelde oyunlar hep beraber oynandığından salıncak da yaşantımıza bir renk katmıştı. .O salıncağın altından geçerken (sallanan 2 kişi varken) zamanlamayı yanlış yapıp salıncak tabanının alnıma oturması ve benim iki seksen tabir edebileceğimiz bir şekil ile yere yapışmam ise kötü hatıralar ve belki de şimdi bu halde olmamın sebepleri arasındadır.

Bulaşık telini ucundan tutuşturup çevirdiğinizde yere göğe kıvılcımlar sıçratır, hıdırellez zamanı ateş yakılıp üzerinden atlanır, saklambaç oynarken haber vermeden eve gidilmesi ibneliktir..

Sonra aradan ne kadar zaman geçtiyse, mahalleden BMX bisikletli 2 çocuk geçti.

Özlem abla, Nurcan ve ben duvarın üzerinde oturuyorduk. Bizim apartmanın duvarının. Çocuklar bir daha geçtiler sonra, bir daha baktık. Yolun sonundaki Kemal Bakkal’ın ordan geliyorlardı. Bir tanesi sarışın ve mavi gözlüydü ki İç Anadolu ortamı için enteresan bir birleşim sergileyen bu beyaz tenli dişlek çocuk bir anda adını henüz veremediğim bir takım hislerin oluşmasına, ilk kez fark edilmesine sebep olmuştu. Eve çıktığımı hatırlıyorum, annem mutfak balkonunun kapısını açmış, kıymalı sigara böreği kızartıyordu, ben balkondan yola bakıyordum gelen geçen var mı diye. “Noluyo?” dedi annem, belli ki gözüm yolda kalmış.. Noluyo..

Noluyosa oluyodu, evde de bir takım gelişmeler oluyodu aynı zamanda, aynı bizim bahçede oynadığımız taş atmaca oyununa benzer bir şeyler. Birinin kafası yarılıp diğeri dayak yiyince bitecek gibiydi sanki savaş ama henüz o noktaya varılamıyordu ve kaşla göz arasında ben mavi gözlü bir hayalin peşine düşüyordum..

düşüyordum..

Çocukluk, o evden taşınmamız ile sona eriyor, o da bu anlattıklarıma çok yakın bir zamana denk geliyor. Şimdi bakınca, mutlu bir çocukluğum varmış diyorum.

Birinci sigarası içip bahçedeki bankın yanına kustuğum gün de dün gibi hatırımda : )

Kışın camın yanında, yazın balkonda heykeller yapan dedem, her daim bir şeyler pişirip “Sineeeeeeeeğğğğğğğğğm” diye bağıran ve beni bahçeye salmadığı sürelerde evini talan etmeme asla ses çıkarmayan babannem (ki kendisinden dayak yemeyi başarmış tek torunu benim,oklavasını ortadan kırıp Ninja kaplumbağa olmam fikrine pek sıcak bakmamıştı..), sürekli bir şeyler için zile basmamdan dolayı kafayı yemekte olan annem ve akşamdan akşama beni gördüğünden tahammül sınırları dahilinde dolanabildiğim babam ve bana ozaman kocaman gelen mahalle..

İnsan mutlu şeyleri hatırlamaya mı teşne yoksa gerçekten mutlu mu geçmiş bilmiyorum ama eğlenceye odaklı saplı şeker halimin o günlerin bitmeyen eğlencesinden kaynaklanıyor olabileceğini düşünüyorum.

Özetle benim için çocukluk sokak demek. Bugün bir başka blogda (kaba şimşek’ti sanırım) rastladığım “şimdi çocukların evde oturup kafayı bilgisayara kırmasına neden takıyolar ki, bok mu vardı lan sokakta?” sorusuna da bi cevap olsun bu madem.

Saygılar Selim Bey : )

s.

We get some rules to follow
That and this
These and those
No one knows

We get these pills to swallow
How they stick
In your throat
Tastes like gold

Oh, what you do to me
No one knows

And I realize you're mine
Indeed a fool of mine
And I realize you're mine
Indeed a fool of mine
Ahh

I journey through the desert
Of the mind
With no hope
I found low

I drift along the ocean
Dead lifeboats in the sun
And come undone

Pleasently caving in
I come undone

And I realize you're mine
Indeed a fool of mine
And I realize you're mine
Indeed a fool and mine
Ahhh

Heaven smiles above me
What a gift there below
But no one knows

A gift that you give to me
No one knows

8 Nisan 2009 Çarşamba

please insert new coin

0.5 uç takılmış 0.7 kalem gibiyim.

7 Nisan 2009 Salı

for all of you

you are out of credits.

2 Nisan 2009 Perşembe

neymiş?

ayıp, -bı Ar. ¤ayb

is. 1. Toplumun ahlak kurallarına aykırı olan, utanılacak durum veya davranış: �Bu ayıbı işleyenlerle birlik olmayı bir türlü kibrime yediremiyorum.� -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Kusur, eksiklik. 3. sf. Utanç veren.

Güncel Türkçe Sözlük
ayıp İng. shame

Hukuk dilinde alım ve satıma konu olan malın istenmeyen özelliği, kusur.

BSTS / İç Hastalıkları Terimleri Sözlüğü
ayıp

(<> Türkiye Türkçesi Ağızları Sözlüğü