26 Şubat 2009 Perşembe

bir MR fantazisi..

MR dediğin bir tuhaf tabut ama içerisi pek gürültülü tabuttan farklı olarak.
Çektirmesi bunca sıkıntılı bir şey olan Magnetik Rezonans için GATA'ya gittim, siz de bugün gidip "ben de istiyorum" derseniz, Ağustos ayına randevu veriyorlar.. Neyse ben 2 ay evvel aldım randevuyu, gene baya az bekledim, şanslıyım. Ama mesela kızı MS hastası olan bir adam, benim kadar şanslı değildi "biz napalım, sıra var" dediler ama sevk de etmiyorlar dışarıya.. Yani her zaman ki gibi, hayat cebinde 200 lirası olup "tamam ulan gider özel bi yerde çektiririm" diyebilecek olanlar için kolay, diğerleri için zor..

Sabah 9'a verdiler randevumu ancak o saatte girmeyeceğimden eminde olsam 1.5 saat beklemeyi ummuyordum açıkçası. Meğer kendilerince şöyle bir sistem geliştirmişler; evvela çocukları alıyorlar, hatta çocukları da en ufaktan başlayarak. Çocuklar bitince (kaça kadar çocuk bilmiyorum ama) genç olmanın bir faydası yok, diğer insanlara nazaran çocuk gibi duruyor olmamın bir faydasını göremedim en azından. Çocuklara MR çekilirken rahat durmayacaklarından, korkacaklarından emin olduklarından anestezi uygulanıyormuş. 3-4 yaşlarında saçları 2 yandan kuyruklu bir kız çocuğu anestezi sonrası koridorda hacı yatmaz gibi yürüyerek bu sabah gülebilmeme sebep olan tek şey oldu.. Onun dışında hastane kokusu, hastane havası, kalabalığı, beklemesi ve hastane "kral"ları vardı hep.

Hastane kralları şu oluyor; teknisyen mesela. Hani bilmiyor olsam diyeceğim ki "dohtur bey, bi zaamet".. Ama öyle değil, teknisyen işte adam! Ama o aleti kullanmayı biliyor olmanın kendisine bizim karşımızda sağlamış olduğu o müthiş imtiyaz sayesinde her bir hastanın hayatını kurtarır havasını sabitliyor ve hepimize it gibi davranıyor. "hak sahibi" o oranın.. "sen şuraya geç, sen acele et, hanfendi yatsanaağğ" deme haklarının tamamı verilmiş ona. lakin bugün benim iyi günüm değil işte, onu bilemedi :))

içeri giriyorum, zaten lüzumsuz bir laubalilik havası var beklenmedik şekilde. ulan burası askeri hastane, doğru dursanıza yarınız subay! diyemiyorum, ne de olsa onlar da insan.. "hazır ol" bir hava değil aradığım ama birbirlerine "hasta nerdee" diye bağırmaları da fazla lise bahçesi hali.. neyse ben ilgilenmedim bu durumla, bana ne dedim nasıl olduysa ve girdim giyinme/soyunma odasına. 2 tane önlük asmışlar, bir tanesi doktor önlüğü (aslında onu giyecektim piçlik olsun diye ama dedim ya havam yoktu..) diğeri de elde dikilmiş olduğunu sandığım bir tuhaf kıyafet.. "kral"
şöyle buyuruyor "sadece iç çamaşırın kalsın ama sütyenini de çıkar". içler dışlar çarpımı yapmak suretiyle "donuna kadar soyun" dediği sonucuna varıyorum ama bu fikri beğenmiyorum. "orası sıcak mı?" diye soruyorum, bi afallıyo sayın kral "pek değil" diyor. "ozaman" diyorum, "kazağımı çıkarmam!", "peki" diyor kendisine karşı gelinmemesine alışmış bünyesinden gelen bzzzzzzt sesleri eşliğinde..

sonra dışarıdan bir ses geliyor "hanfendi, işiniz bittiyse çık!". türkçe konuşamıyor olması bile sorun değil, sorun olan işim bitmiş olmasına rağmen soyunma odasında takılmak isteyebileceğimi var sayan zihniyet.. MR'ın orda çekildiğini düşünmüş olabilir miyim ki?

Çıktım, beni tabuta götürdü, tedirginim, huysuzum, kapalı yerleri sevmiyorum en azından bu kadar dar ve kapalı olanları.. aklımda hep deprem olucak, herkes ölücek, ben burda kalıcam fikri var çünkü. manyağım evet.

öyle hijyen ödüllü bi insan filan değilim ama her şeyin bir adabı olduğunu bilecek kadar da medikalciyim! (bunu da dedin ya kendine ey sinem, helal olsun vallahi sana.. "medikalci" ha.. bunu da buraya yazıyorum aha!) neyse, yatıracak beni o MR tahtasına ki kendisi gözümde hakkaten musalla taşının beyazıdır o anda, ama üzerinde örtü mörtü olmadığı gibi bir de kafamı koyacağım yerde bir bez parçası takılı, rengi hafiften atmış. yatmam diyorum ben buraya. peçete seriliyor bir tane sadece kafatasımın temas edeceği noktalara.. sonra kafama bir sabitleyici geçiriyor, içerideki yüksek ses duyma bozukluğuna sebep olabilecek miktarda olmasa da sinir bozmaya yetecek düzeyde. arada değişiyor sesler, ne zaman biteceğini tahmin etmeye çalışarak geçiyor zaman.

bir de elbette abuk sabuk düşünceler üşüşüyor hemen beni boş bulmuşken.. "tabut, tabut tabut" diye sayıklıyorum bir yandan, bir yandan "o da orda" diyorum.. deprem olucak filan derken bitiyor işte, tabla kayıyor, çıkıyorum dışarı.. hemen kalkmak istiyorum ama bu defa kral ipleri yeniden eline almış "acele etme!" diye hırlıyor bana, MR sersemliği ile tırsıyorum hemen, yatıyorum öylece, bekliyorum onun beni uygun gördüğü şekilde salıvermesini..

1 hafta sonra hazır olurmuş raporum..
Olunca ne olacaksa artık.. Omurgamı söküp yeni omurga mı takacaklar acaba bana?

25 Şubat 2009 Çarşamba

Seninle biz nerdeyiz ki? Nasıl bir ilişki bu?

Seninle biz nerdeyiz ki
Nasıl bir ilişki bu
Nasıl hala yan yanayız
Yoksa birer alışkanlık mıyız
Yoksa birer alışkanlık mıyız

Anlaşılır yanı yok hayatımın
Sevişir gibi sevmek istemez canım

Bir sürü haller içinde halim
Seni sevmeye hüküm giydim

Bir hüznün kıyısında
Karıştım halkın arasına
Yalnızlığım koynunda sessiz
Nerdeyiz,nerdeyiz
Seninle biz nerdeyiz ki nerdeyiz


----------------- üzeri -----------------

P M:
g. okuduğum yazıdan hiç bir şey anlamadım ilk kez

All Star:
e

All Star:
evet ikinci kez bakdım da

All Star:
bende pek bişey anlamadım

P M:
yani.. nası bi psikolojiyle yazdın anlamadım

Puppet Master:
hehe hele s.'nin bu kadar anlaşılmaz bi yazıya yazdığı bi o kadar annlaşılmaz ve
uzun yazı daha da çok ürküttü beni acaba cidden bende mi sorun var da anlamadım
şifrelimi die

All Star:
s.'nin yazdıkları yazıyı deşifre ediyo aslında

All Star:
onu okuduktan sora biraz ne dediğimi anladım


24 Şubat 2009 Salı

bir "şey"




eksik bir şey mi var hayatımda

gözlerim neden sık sık dalıyor

eksik bir şey mi var hayatımda
gökyüzü bazen ciğerime doluyor

öyle bir şey ki bu, kolay anlatamam

atsan atılmaz, satsan satamam
eksik bir şey mi var, anlayamam
bak çayım sigaram, her şeyim tamam


kalksam duraktan dolmuş gibi

arka koltukta unutulmuş gibi

terliklerimle, gelsem sana

sonunda aşkı bulmuş gibi

---------------- üzeri ------------------

başka türlü bir şey benim istediğim

ne ağaca benzer, ne de buluta

burası gibi değil gideceğim memleket
denizi ayrı deniz, havası ayrı hava..

bir başka yolculuk dalından düşmek yere
yaşadığından uzun
bir tatlı yolculuk dalından inmek yere

ağacın yüksekliğince
dalın yüksekliğince rüzgarda
ve bir yeni ömür
vardığın çimen yeşilliğince


nerde gördüklerim
nerde o beklediğim
rengi başka

tadı başka..

20 Şubat 2009 Cuma

f-aforizması

iki insan,aynı anda mutluysa birbirine yakıştırılır.

by, kod adı:bb


karşılaştım, şaşırdım elbet. hem "f" aforizması olmasından hem de tespitten.

aynı anda mutlu olduğumuzdan okadar yakıştığımızı bilmekten.

belki de en çok ağladığım şeyi tesadüflerin hayatıma soktuğu bir blogda görmekten..


19 Şubat 2009 Perşembe

cevaben

"kapılar" diyorsun,
aralık bırakılmış,
sert çarpılmış,
yerinden sökülmüş.

kapı yok.
(kaşık gibi, kaşık da yok demiştim, sen de ama büküyolar demiştin bana.. bu kadar gerçek işte, içerisinden geçip dışarısına çıktığımız kapılar.)

kapı bizim için hep "dışarıya" açıldı. bu kavram kargaşasına yol açabilir elbette kimi zaman. hayatın dışarısına açılan kapılar ile hayal dünyasının dışarısına açılan olmak üzere 2 çeşit kapılarımız vardır ve zaman zaman açıp kapatıyoruz kapılarımızı, zaman zaman suratımıza kapatıyorlar.

kapıları söküyorsun zaman zaman sen, kapıların yerinde yeller esiyor, külü bile kalmıyor geriye. menteşelerin bıraktığı boşluklara kelimeler sokuşturuyoruz ozaman, çirkin görünmesinler diye.
malum şu hayatta başımıza gelebilecek en büyük felaket estetiğinden şüphe duyduğumuz bir ömre hapsolmak..

başıma geliyorlar "sen ne yapıyorsun", diyemiyorum ki "yazı yazıyorum, kapılar hakkında ve aslında sizin sandığınızdan çok daha önemli bu, dünyayı kurtarma görevimi 5 dakika erteleyebilirim, çünkü dünyayı kurtarabilmek için ihtiyacım olan besini buradan elde ediyorum. diyemiyorum. diyemem. para veriyorlar bana. para benim bunu dememe engel. bunu yazmama. bunu yapmama. ama bu isteği bastırmam için yeterli değil. ama yalan söylemem için sebep. para. para olmasa da yalan söylerim aslında, ama bu başka..

gerçek hayatın bir kurbanı olmak çok sıkıcı, "gerçek hayat bana kurban olsun" tadını, yani bir nevi daha evvel söylediğim gibi sahile kül silktiğim günlerin serin taşaklarını çok seviyorum. kim sevmez ki..

bazen tam en yalnız olduğunda, seni düşündüğümü ben de söyleyebilmek isterdim. bunca zaman kendimi çok yalnız hissettiğimde eğer seni yanımda bulabilseydim. çok yalnız olup senin yanına gelmediğim sürece var olmadığını bilmeseydim (ya da bildiğimi unutabilseydim).

şimdi her şeye kırılırken, en çok da sana kırılıyor olmam ve bunun senin hiçbir şey yapmadığın bir döneme denk geliyor olması kötü biliyorum. geriye dönüp seni suçlayabileceğim hiçbir şeyin bir manası olmadığı gibi, şimdiki zamanda yokluğunun müsebbibi olarak yine söyleyecek sözüm yok. ama içim kırık dolu işte.

bir daha göremezsem seni diye, aklıma gelmişken söyleyeyim seni elbette çok seviyorum. benim için taşıdığın anlamı her zaman çok sevdim. seni bu kadar çok sevebilmiş olmayı, tüm kimsenin sevmediği yanlarınla sevmiş, kabul etmiş olmayı çok sevdim. ortak olmayan onca yanımıza rağmen ortak olan her ne ise arayıp arayıp bulamadığımız onu çok sevdim. senin yanında mutlu olduğum zamanları çok sevdim.

ama senin de demiş olduğun gibi -ki sıklıkla olduğu gibi çok güzel demişsin -

"şimdi artık ben başka bi yerdeyim"

karşı kıyıdan bakıyorum.


(cevaben : http://stuckonrewind.blogspot.com/2009/02/numb-with-meaning.html)

re-heybeliada

makyaj mı?

yapmıyorum makyaj ama özeniyorum. bir allığım var, tek bir tane. sanırım lise zamanı annemden çarptığım bir christian dior. kullanmadığım için hala sapasağlam duruyor, fazla eksilmemiş bile. en kullanmadığım makyaj malzemesi allık zaten..
ama yine kel alaka işler peşindeyim, allık beğendim kendime bi tane. napıcaksın o allığı diye sormaksızın hemde.. allığı uzaktan beğendim zaten, amacım kullanmak filan değil. hem kullanırsam ona bayılmamın sebebi olan kelebekler kaybolacak ve elimde lüzumsuz bir para verilmiş lüzumsuz bir allık kalacak, ve o durumda da tek "l" düşecek bana da "alık" kalacak. velhasılı kelam, allık pek güzel, guerlain xmas için kisskiss koleksiyonu yapmış, onun bir parçası. öyle sıradan bi allık değil yani, collectors item :)) bence annem eski allığını geri almalı, bana da bu allığı almalı. şahsi fikrim bu yönde yani..
kendisi bu muhteşem fikrime benim kadar mantıklı yaklaşmayıp, duygusal olarak "zaten benim allığımı almışsın, bana ne ulan senin kullanmayacağın allıktan?" diyebilir. ama bence haksız olur. çünkü allık çok güzel ve ben benim olmaması için hiç bi sebep göremiyorum..

18 Şubat 2009 Çarşamba

15 şubat / istanbul




ne çok zaman geçmi
ş üzerinden, ne çok su akmış artık geçmediğimiz o "eski köprünün altında"n..
bu
şehir bana eski tadını vermeyi çok uzun zaman önce bırakmış, şimdi sadece uzayan yollar, bitmek bilmez koşturmacalar, çamur ve yağmur deryaları kalmış. birden bire karşıma çıkan ENMA standının bir anlık yürek hoplatması, can yakması dışında hatırasız, anısız, içi boş bir hal almış. geçmişten bahsetmek bile o eski tadını kaybetmiş. "Nerde o eski nostaljiler" gibi hepten kısırdöngü ama ne kısırında ne döngüsünde tat var bir hal içindeyim.. yani aslında o.'nun deyimiyle bir şehri şehir yapan "o şey" eksik..

Bilmedi
ğim bir zaman kaybetmişim o heyecanı. Hareketliliği beni heyecanlandıran bu şehir şimdi insan yığını olmuş gözümde. Denizi huzur vermekten uzak, eğlencesi çoktan bıraktığım bir gençlik sevdası gibi.. İşte buna yaşlanmak diyoruz belki de sevgili dostum..

çok güvendi
ğimiz bir şeylerin (belki o, belki de kendin) aslında bir yanılsamadan ibaret olduğunu anlayalı çok ama kabul edeli az oldu. ama artık olan oldu, filikalar doldu, kurtarılacaklar seçildi ve alındı, kalanlara bir el sallamalık fırsat oldu..

kısa bir süre dolan gözlerimin bile aslında gerçe
ği yansıtmadığının farkındayım. kısa süreli duygu selimi geldiğimden beri kesintisiz yağan yağmur sildi götürdü.

"olsaydı / olurdu" kalıbının biliyoruz ki bir manası yok. "olmadı / olan bu" ile ya
şamak mecburi. tek yön.

gerçeklik duygusunu kaybetmeye mahal yok.
bu
şehrin bazı semtlerinin kendi adına uygun olarak sloganlaştırdığı gibi; "burası gerçek, burdan çıkış yok".

(sevgili selim,
muradımı söylemekten dilimde tüy bitti, yaptı
ğım tüm kumdan kaleler yıkıldı, hayallerimde yaşattığım canlılar bile güneşsizlikten bir kenara devrildi.

hayal yıkıntılarında dolanmaktan dizlerime kara sular indi, karanlı
ğa küfretmemek için taktığım ampullerin ömrü doldu, tutunduğum dalları ben kesmedim, ağır geldi hayallerim, onlar kendi kırıldı. düşğüm yerden yine de gökyüzü güzel görünüyor diye düşünürken hava kapadı. yağmurdan kaçmıyordum doluya tutulduğumda..

yine de umudumu kaybetmedim, öyle ki misal g. "ne bitmek tükenmek bilmez umudun varmı
ş kardeşim" diye bir taksinin arka koltuğunda bana bağırdı..

ya
şamak için ihtiyacımız olanın hava, su ve ekmekten çok öte olduğunu anlayalı belki de tevellütüm kadar yıl oldu. anladım ama bir faydasını göremedim.

onların, a
şkla karın doymazlarına, lafla dönmeyen peynir gemilerine, uçan sözlerine, dereyi görmeden belime doladığım paçalarımla dalga geçmelerine alışmaya çalıştım, kendi bildiğim usulle pişirmek istedim kendi hamurumu, bizzat elime alıp ben şekil vermek istedim kaderin aslında bir hamur olduğuna inanarak. ya ben çok kötü bir heykeltraşşım ya bu elimdeki hamur değilmiş dedim..

anladıklarım ile kabul ettiklerim arasında her daim bir uçurum oldu, anlamayı kabul ettiklerimi bile kabul etmeyi erteleyebildim.

sana muradımı söylerdim, isterdim de söylemeyi, kalsaydı elimde henüz söylenmemi
ş bir sözüm..)

kararlarımızı e
ğri, doğru verdik ve yolumuza baktık. boyun ağrım geçmişi düşünüp yargılamama müsade etmeyecek denli başımı ileriye doğru sabitliyor. yine de bizi kesiştiren, belki de yollarımızı aslında hiç ayırmayan bu kaderin de bir bildiği vardır elbet.



(tepede duran süper foto hüseyin kara'ya ait, deviant artta şu adreste http://huseyinkara.deviantart.com/art/ISTANBUL-75044637)

don't !!

13 Şubat 2009 Cuma

snow sehpa alın bana

internette lüzumsuz işler peşinde koşabilecek kadar bir boşluk yakalamam vasıtası ile hoşuma giden bi sürü şey bulmam da bir oldu.. "içinizdeki alışveriş canavarını durdurun" olarak değiştirilmesini istiyorum o sloganın.. gerçi ben bayadır durdurdum. ya da kendimi bunu söyleyerek avutuyorum çünkü 10 isteyip 1 alıyorum, mühim bir gelişme bu.. bir de kredi kartlarımı ufaktan iptal ettirmeye başlamış olmam hoş bir gelişme tabii. kendimi tutmama yardımcı oluyor..

neyse,
beni ilk kez ikea'da karşılayan "duvara sticker" hadisesi ilk gördüğümden beri hep hoşuma gitmiştir, farklı boyutlarda hayaller kurmama da vesile olmuştu aslında. çok beğendiğim bir çizgi romanın bir sayfasının duvar boyu büyütülüp uygulanmasını istemek gibi. ben isterim, dilin kemiği yok, gerisini uygulaması gereken düşünsün mantığındayım nasıl olsa..

şimdi karşıma "make up the wall" diye bir site çıktı (www.makeupthewall.com).
neredeyse allah gönlüme göre verdi diyeceğim ama tam olarak değil, çünkü bu arkadaş kendi gönlüne göre yapmış, yine de çok beğendim. şöyle ki;





hele bir tanesi çocuklar için içi boş desenler ile yapılmış, içini aldığınız kalemler ile çocuk doldurup duvarı dilediğince bok edebiliyor ki benim gibi çocukluğu boyunca kağıtlara sığamayıp duvar kağıtlarını perişan eden veletler için ne güzel bir özgürlük!

aha da böyle:


araba üzerine yapıştırılanları, duvar kağıdı şeklinde ya da tek tek sticker olanları bir sürü çeşidi var. zaten aklımda, bu duvarların rengi değişse, bu perdeler artık çok eskidi, bu eve abajur lazım gibi bi takım ampuller yanıp sönmeye başlamıştı, aralarına bir de bu eklendi, iyi oldu..

gelelim diğer fuzuli sayfama.. şu migros, real vs.'nin verdiği dört bir yanından pörtleyen, çirkin, uyduruk naylon poşetlere zaten uyuzum ama amerikan filmlerinden aklımda kalan kağıt poşeti patlayan, aldığı malzemeler yerlere dağılan kadın görüntüsü de korkutucu. eskiden annanemin kullandığı pazar filesi ise her daim sempatik gelmiştir bana. şimdi bu pazar filesi yerine reusable pazar çantaları yapmışlar (www.baggubag.com). çevre korumacı bir tavır içerisinde, renkler şahane, farklı boyları sayesinde binbir tür işlev kazandırmışlar ama bana pazar filesi muadili makbul geldi. pahalı da değiller öyle, alırım ben bundan kendime.


aklımı başımdan alan esas şey ise bir sehpa oldu. daha evvel hiç başıma gelmemişti. ayakkabı görüp gözümün döndüğü oldu her karı-kız gibi, ama sehpa görüp duygulanacağım hiç aklıma gelmezdi hakkaten. lakin bu sehpa da bildiğimiz sehpalardan değil. "Nendo" isimli marka ile tanışmama vasıta oldu. daha bir sürü şeylerini beğendim ama sehpadan başlayayım; aha bu:

nendo'nun snow isimli sehpası bu. zaten pek severim şu kartanesi desenini, bu da öyle güzel yapılmış ki.. allaha şükür annemin "ben sana örerim/ ben sana dikerim" deyip deyip örmediği/dikmediği ama bana da aldırmamayı başardığı tekstil ürünleri gibi kolay yapılır bir malzeme de değil. satın alacaksın bunu yani, "ben evde yaparım bundan" diyecek bir cinse rastlama ihtimali düşük. ve almak istiyorum. alıp kırmızı Casa koltuğumun önüne koymak istiyorum.



tabi sehpayı bulmuşken, bunu yapan daha neler yapmaz ki diye düşünmemezlik etmedim, düşündüm. ne ara bunları düşünecek vaktim oldu ben bile bilmiyorum. kadın beyni tuhaf hakkaten.. sorsanız işten kafamı kaşıyamıyorum ama aklımda nendo marka snow sehpa var, o pencere açık.. ne zamana kadar? ah muhsin ünlü geliyor aklıma "ayakkabılarını kapımın önünde görmek istiyorum", heh işte, o zamana kadar.. neyse gelelim diğerlerine..

budur:


bu cabbage chair'ı g.'nin de çok beğeneceğini tahmin ediyorum..
yalnız işte bunu "ben evde yaparım" iddialısı bir arkadaş çıkarsa diyerek, evde yapma klavuzu ile birlikte vermek mümkün.





buyrun;

tabii her şeyde olduğu gibi bunda da, çok güzelmiş diyenler olacağı gibi, "götüme kaç göz çizsem" şeklinde yaratıcı/üretici/yapıcı eleştirilerini sakınmayanların da olacağını tahmin ediyorum.

bir de son olarak yine nendo'dan bu var. "all in one book shelf".

tabii bunların hiç birisi vazgeçilmez değil, sadece güzel.

ama o snow sehpa hariç..

"seni seviyorumun içine nal salmak" diyebilirim onun için...




bu sıralar insan sevememekten midir bir sehpaya duyduğum aşk bilemiyorum.
çok sağlıklı değil tabii..

bu depresyondan her daim bir yana yatık blogun içerisinde arada bir renk olsun diyerek böyle bir şekil de bulunuyor. aynı ruhum gibi..

sbb'de guitar hero'ya takmış kafayı, ama alamıyor. müsade alamamış. bir sonraki ayı beklemesi gerekiyor. ama onun için üzülemedim, çünkü nintendo vii'si var onun. benim yok. halbuki benim de olsun istemez miyim? isterim. dedim ya, 10 istiyorum 1 alıyorum. bu durumda 9 tane şeyden vazgeçtiğim an kendimi ödüllendirmek için mario'nun tombul kollarına koşarım, kaplumbağaların kafasına basa basa zıplarım, enginlere sığmam taşarım.. öperim.

^ orsa ^


aslında yazacak çok şey var, şimdilik içimde birikiyorlar. öncelikle bu yukarıdaki manzarayı laf olsun diye koymadım, sınavları verdim, kaptanım.. bir anda hayatımda başlayan hayvan gibi yoğunluk bir miktar sona erdi.

ancak iş yoğunlaştı bu seferde fazlaca, bu sebeple ne okumak istediklerimi okuyacak ne yazmak istediklerimi yazacak zamanım yok, yetmiyor.. ama www.444dergi.com adresinden sipariş etmiş olduğum yarı fiyatlı dergilerim teşrif ettiler, onlar beni hem mutlu hem de meşgul etmeye başladılar.

akşamları evde tv açma yasağı başlattım. izlenecek mühim, iyi bir şey olmadıkça tv yok, en azından benim hayatımda yok. evde yeterince alan olması sebebiyle, dileyen başka bir kısma kaçıp orda izleyebilir nasolsa..

bi de dergilerle birlikte www.nespresso.com adresinden gelen kahveler üzerine tuz biber oldu desem ters bir manaya çıkıyor, daha "tatlı" bir anlatım arıyorum ama aklıma gelmedi, ya da sevgili palahniuk'un dediği üzere "en doğru kelime bu olmayabilir ama ilk aklıma geleni".

yarın sabah "bolu dağında kahvaltı" isimli 1. çalışmamız, ardından m.'nin almak istediği teknenin incelenmesi ve akabinde ataköy marina'da yapılacak olan teknelere bakıp ağız suyu akıtmaca turumuz başlıyor. 6'ya 5 kala başlıyor olması acıklı da olsa şikayetim yok.. devamında bir de "heybeli adada yağmurdan kaçıp doluya tutulmaca" var, bütün haftasonu lodos esecekmiş (lodos neymiş, güney batıdan esen rüzgarmış..) (güneybatı neymiş, marmarismiş, marmaris havasını belki bana getirirmiş...)

akşam uykusuzluğu giderebilme çabası içerisinde kör vakitte açtığım televizyonda pkk tartışması vardı, bitmeyen tartışma.. can ataklı isimli gazeteci bir süre evvel benim bir sözlükte yazmış olduğum "kürt sorunu" entrysine çok benzer bir şey söyledi, aslında olay "türk sorunu". gerçekten böyle değil mi?

uykusuz bir gecenin ardından yine de bugün kendimi iyi hissediyorum. dün bütün gece aklımda f. vardı. 3. ay bitti.. zaman çok acımasız, ama yaşayana mı ölene mi belirsiz..

daha evvel aklıma gelmemiş bir takım tuhaf hatıralar yerlerinden çıktı, geldi, bana yine seni getirdi. elimde valiz sahile "düştüğüm" gün karşımdan otobüs biletini sallayarak bana koşuşuna gülsem mi ağlasam mı bilemeden tavanı seyrettim..özleyebildiğim tek şey sensin hala, ama belki de "badem gözlü" seviyesine terfi etmiş olmandan bu bilmiyorum. nitekim ölü olman itibariyle artık beni ciyak ciyak bağırtamıyor, sinirden ağlatamıyorsun..her halükarda, seni çok seviyorum.

dolunay zamanı, özellikle daha bir sen oluyor günüm gecem. hem "ay dönümüne" rastlamasından (11-12 Kasım geceleri öyleydi) hem de evvelinde dolunaya denk gelen marmaris gecelerimin biralı, sohbetli güzel hatıralarından.. daha çok nasıl mümkün bilmiyorum ama sanki daha çok seni düşünüyorum, özlüyorum ve ağrıyor kalbim..

dediğim gibi, yazacak çok şey var aslında, birikiyor içimde, iyi oluyor birikmesi. şimdilik bir son verip dünyayı kurtarma görevime geri döneceğim (bir firmaya fiyat teklifi göndereceğim ve katalog çevirmeyi sürdüreceğim).

Sen gittikten sonra yalnız kalacağım.
Yalnız kalmaktan korkmuyorum da,
ya, canım ellerini tutmak isterse...

Evet sevgili,

Kim özlerdi avuç içlerinin ter kokusunu,
Kim uzanmak isterdi ince parmaklarına,
Mazilerinde görkemli bir yaşanmışlığa tanıklık etmiş olmasalardı eğer!!

Can Yücel

9 Şubat 2009 Pazartesi

dünyada vs zihnimde

"Dünyada ise ölümlerin çoğu erken, aşkların çoğu mutsuz, günlerin çoğu kapalı, yiyeceklerin çoğu lezzetsizdir."

(bkz: http://selimisik.blogspot.com/2009/02/bir-deli-sacmas-hakikat-dedigin-kuru.html)

flu

Yıllar sonra Ajda Pekkan’ı kasıtlı dinliyorum. Sanırım “Hayatta her şey senin istediğin gibi olmuyor” dizesinin bu duruma etkisi büyük.. Ya da benim yaşlanıyor olmamın. Ya da onun yaşlanmıyor olmasının. Öte yandan bir de Ayşe Hatun Önal isimli kadının “Kalbe ben” diye bir şarkısını dinliyorum. Yani bir nine bir de manken abla var müzikal skalamın saçmalığına eklenen, ikisinden de memnunum diyebilirim.

Çok yakında (yarın akşam) kaptan olacağım. Ehil kaptan. Araba için almış olduğum ehliyet için vaktinde yapmış olduğum “Ehliyete biner gezerim artık” gerzek esprisine değişiklik olarak “Ehliyete biner denize açılırım artık” geliyor.. Ehliyetimi bikinimin kenarına sıkıştırıp açılırım yahut, o da olur..

Bikiniyle ya da tekneyle, bi açılasım var, kapanasım yok..

Bir hafta olsa, insansız, insan kokusu, insan sesi, insan siması olmadan, aynaya da bakmadan, hatta parlak yüzeylere yansıyacak kendi imgemden bile kaçarak, bir haftam olsa, bir iyi gelir ki..

Haftasonu İstanbul, tekne fuarı, ağız suyu akıtmaca aktivitesi..

Benjamin Button çok güzel olmuş, Issız Adam’a ağlayıp buna “Çok uzun filmmiş yahu” diyen neslin tükenmesini istiyorum. Onlar tükenmeden ben tükendim gerçi.. ne diyorduk, hayatta her şey senin istediğin gibi olmuyor.. Melodik arıza.

Büyük büyük cümleler, imalar, simgeler kullanarak demek istediğini anlatmalar, eski kelimeleri cümle içinde kullanmalar ( ah e. hep aklıma sen geliyorsun bu “cümle içinde kelime kullanmak üzere bir kenara ayırmalar”ı hatırlayınca, senin de hatıranı sikeyim o ayrı..) benden çok uzakta kaldı sanki. Anlamaya çalışmak çok zor değil mi? Neden herkes söylemek istediğini en kısa ve kolay yolla anlatmıyor ki dersem “edebi metinler” hocamın takunyasına maruz kalır mıyım?

“Hangi üniversitede okuyorsun?” diye soran genç adam, bana kısa süreli moral olduğundan, sana buradan teşekkür edeyim. Gerçi bu yaz “biz sizi 13 yaşında sanmıştık” diyen de çıkmıştı ama sanırım o zeka yaşımızdan söz ediyordu o sebeple oradan moral desteği alamadık..

Bu bir süre insansız kalma ihtimali Mart ayı içerisinde mümkün göründü, yani babamla gidicem ama o da insan sayılmaz(melek kendisi) o yüzden ufukta bir ışık var benim için şu anda.. Tüm ışığım da bundan ibaret zaten..