24 Temmuz 2009 Cuma

ölümlü dünyada bağımsız sap olma fikri..


başlangıç notu: SBB bu yazıyı okuma.

şimdi devam edebilirim gönül rahatlığı ile.

bu salak sayfayı, artık defter tutmaktan / biriktirmekten / taşımaktan yıldığım bir zamanda yazmaya başladım. lakin daha sonra günlükten farklı olarak başka insanların okuyup sıkılması ya da iç karartıcı şeyler yazıyor olmam ya da mesela artık fiko konusunu kapatmam gerektiği gibi tepkiler almaya başladım. ve bu tepkiler daha da canımı sıktı. bende bir takım insanların bloglarını takip ediyorum, düzenli okuduklarım, göz gezdirdiklerim, ne zaman yazıcak acaba diye beklediklerim var. ama kimseye "şu yazı tarzını da bi değiştir okumaktan çok sıkıldım" demiyorum. sıkıldıysam çıkartıyorum takip listesinden bitiyor. kendini okumak zorunda mı hissediyor insanlar anlamıyorum ki.. ayrıca bu kadar öznel şeylerden, tamamen benim hayatım, benim sıkıntılarım, benim ilgilendiklerimden, başkalarının ilgilenip ilgilenmeyeceğini hiç düşünmeden yazdığım bu blogdan insanlar nasıl bir keyif alır da takip edip okur onu da anlamıyorum. merak herhalde.. bbg'msi bi merak.

her neyse, artık esas yazmak istediğim mevzuya geçebilirim.

dün bir cenazeye katılmam gerekti.
"katıldım" diyemiyorum, bir gereklilik çünkü içerisinde barındırdığı esas etken.
ancak kendi cenazem için "katıldım" diyebileceğim sanırım bu yüzden.
ölen, eski ve sevilen bir dostun babasıydı.
babamın en yakın arkadaşlarından biri.
lüzumsuz bir hikayenin kahramanı olmuştu, bir takım "ecel çağırmış" efsaneleri ve bir takım tuhaf tesadüfler silsilesi sonucunda, musalla taşı üzerinde tahtadan bir tabutun içerisindeydi.
onunla beraber aynı yerde duran daha pek çok tabut vardı. bu diğer insanların acısını hafifletiyor mu, "tek ölen bizimki değil, başkaları da ölüyor bu dünyada" hissi veriyor mu bilmiyorum, ama ben hepsine birden bakarken aynı şeyi düşünüyordum; "ölüm var bu dünyada". zaten sanki tüm bu ritüelde bize bunu hatırlatmak üzere düzenleniyor gibi. hep beraber orda olmak, tüm süreci izlemek, herkesin beraberce ağlaması, ağlamayanların ağlayanlardan örnek alması filan..

"her canlı bir gün ölümü tadacaktır" tabelasının bende yarattığı his gibi, ölümle bunca burun buruna yaşarken ve onun varlığından her daim haberdarken yine de her ölümün bizi bu kadar hazırlıksız yakalıyor olması tuhaf değil mi?

uzun uzun izledim avluda toplanan büyük kalabalığı. bir sürü yüz, bir sürü ağlayan insan. herkes ölene mi ağlıyor yoksa kendi ölülerine mi diye düşündüm. geçmişte yaşadıkların, gömdüklerin, sevdiklerin, kaybettiklerin, şimdi gerçekten bu adam için ağlayanların acısını anlamak, aynı koru kendi yüreğinde yeniden hissetmek..

dün anladım, ben nerde bir cenaze görsem, yeniden seni gömüyorum.
bir daha ağlıyorum olmayışın için.
sen geliyorsun gözümün önüne, aynı tahta tabutun içerisinden çıkarılıp, çok daha güzel bir toprağın içerisine bırakılırken.
ve tekrar aylardan kasım oluyor, benim içim kavruluyor..
yine de içimi bir avuntu kapladı en sonunda, karşıyaka mezarlığına şöyle bir baktım, sonra senin yattığın yer geldi gözümün önüne. bu kavruk, ağaçsız, çirkin mezarlık yerine, senin ufak cennetini düşününce, "hiç olmazsa.." dedim kendi kendime.
belki de hiç bir önemi yok bunların, kalanlara bir ufak avuntu ama, bu bile bişey işte, avutuyorsun kendini "en azından" diye.. en azından ayak ucunda bir zeytin ağacı, başucunda bir çam var, etrafını kuşlar sarmış, gölgesinde yatıyor diye. "keyfi yerindedir" diye bile düşünüyor insan, keyfim yerinde olurdu herhalde diye bile düşünüyor..

akşam s.'nin yanındaydım, henüz neye uğradığını şaşırmış bir halde, anlamaz anlamaz dolanıyor, prosedürlerin peşinden koşuyor, geleni gideni öpüyordu. sakindi, olması gerektiğinden çok fazla sakindi hemde. bunun böyle gitmeyeceğini bilerek, bu kalabalık ve idraksızlık geçince beni aramasını söyledim. şimdi bana ihtiyacı olmadığını anladım, şu anda ihtiyacı olan tek şey idrak etmek çünkü. artık onun olmadığı gerçeğini anlamak, kabul etmek.."zaman"dı lazım olan şey, benim verebileceğimden fazlaydı. onu öyle bırakmak istemedim yine de, ama yalnız değil miyiz hepimiz, yaşarken de ölürken de?

mutluluk da, acı da, aşk da paylaşılabilen duygular değil bence.
yani paylaşılıyorsa bile çok tek taraflı bir paylaşım.
paylaşan ile paylaşılan arasında tam bir paylaşım olmadığını söylemek doğru olur.
"eşlik etmek" aslında yapılan şeyin adı.
birisi mutlu olurken, acı çekerken ya da aşıkken ona eşlik etmek.
aynı şekilde, aynı yoğunlukta hissetmek ise mümkün değil elbette.
iki kişi birbirine aşıkken bile aşkın paylaşıldığına inanmıyorum.
herkes kendi aşkını yaşıyor, kendine göre.
sonra hesabını neden karşısındakinden soruyor benim esas anlamadığım kısmı ise bu :)
yani aşık olurken bana sormadın, yaşarken de bana sormadın o aşkı, sonra hepsinden mesul neden ben olayım ki?
geçenlerde birine dediğim gibi "aşık, aşkının hesabını maşuktan soramaz".
sormamalı, sormasın!
herkes kendi duygusundan mesul olsun,
onu korumak için ne yapması gerektiğini de kendisi bulsun.
karşındakinden aynı yoğunlukta seni sevmesini beklemek,
sevmediğinde asabiyet yapıp isyan etmek,
yanlış hareketler hep.
dediğim gibi öznel bir durum sevmek, aşık olmak filan.
o öznel durumun sonucunda çıkan "karşılık beklemek" durumu ise hem çok "insanca" elbette, hem de çok bencil.

her neyse,
kafamdan bin tane şey geçti iki tanesini yakalayabilmişim onlar da böyle.
şimdi 4:30 saat sonra buluşacağım haftasonunu ip ile çekmeye devam edeyim.

bay dı vey, avrupa yakasının sezon finalinde şahika volkana "bir baltaya sap olasın diye söyledim" dedi, volkan da "ben iyiyim böyle" dedi "bağımsız bir sap olarak".
çok beğendim :)
bizde yıllarca g. ile sap olucak balta arayışında kalmıştık ama "şu ölümlü dünyada bağımsız sap olma" fikrinin hoşluğu aklıma gelmemişti...

Hiç yorum yok: