6 Ocak 2008 Pazar

insan yeter ki istesin..

Bu sahili hatırlıyor musun? Senin omzunda bulduğum sahil. Tam da saçlarımı yastığın üzerine doğru sermiş, tüm dünya üzerinde gidecek bir yer ararken, bulduğum sahil.. Tahta masamızda oturmuş, sandalyede ileri geri bile sallanmış, aslında arada duran masaya biraz gıcık kapmış, yine de işte ay ışığı ve deniz hışırtısı, yine de işte gözlerimin aradığı bir sen bir de deniz varmış, yine de ben mutluymuşum, sen mutluymuşsun..
Ne bulduğumuzu anlayamamakta direnmek üzerine kurulmuş bir hikaye bu biliyorsun. Ne bulduğumuzu bulmamazlıktan gelmek üzerine kurulmuş. İnsanların yıllarca aradığı o şey bir tatlı huzur almaya gelmek iken kalamıştan, ben huzuru almışım, kalamamışım..
Dizlerinin dibine çöküyorum, tüm sosyal maskelerimi kapının önünde bırakıyorum, malum sigara kokuyorlar aksi halde, saçlarım sigara kokuyorlar, tenim sen kokuyor sonra, sonra havalandırıyoruz kendilerimizi, kokular siliniyorlar, dizlerinin dibinde kalıyor benim maskesi düşmüş yüzüm, alışık değilim, utanıyorum. Bunca maskesiz kalmayı neredeyse unutmuşum. Neden utandığımı anlamıyorsun sen, anlatamıyorum ben de. Sen sorunca kelimeler beni terk ediyor, kafamda yanıp sönen soru işaretleri ve ünlemler kalıyor. Ben ünlemleri tanımıyorum, sen diyorsun ki “güçlü bir ifade biçimini simgeler”, güçten ve ifadelerden ve simgelerden öyle uzağım ki sevgilim anlatsam duyamazsın diyemiyorum.
Denizin üzerinde ayın ışıkları şemşiriyor, ben şemşiriyorum, güzel türkçemize şemşirmek kelimesini sokmak mecburiyetinde kalıyorum, türk dil kurumu durumu umursamıyor, biz kimseyi ve hiç bir şeyi umursamadan bitmemesini dilediğimiz ama bizi hemen terk eden saatler geçiriyoruz, saatler bitiyorlar, günler bitiyor. Anı oluyor sahil ama ben o şarkıyı baştan dinliyorum.
O kadar mesudum ki keşke hiç bitmese türünden Türkan Şoray repliklerimi savururken ben, senden herhangi bir Kadir İnanır hamlesi gelmiyor, gülümsüyorsun, dünya duracak sanıyorum. Ben dünya duracak sanarken kulağımda saatin tıkırdıyor, saati çıkararak saatleri durdurabileceğimizi sanacak kadar safız, saat durmuyor , dünya da “gay” bir hava seziyorum..
Masadan kalkıp küçük ve bir yatak bir dolap bir sen bir de ben sığacak kadar büyük odamıza dünyayı sığdırmayı başarıyoruz. Rakının tadı kalmış damağımda, dişimde kalan beyaz peyniri yanına katık edip bir miktar da sen çekiyorum içime, dışıma ben üflüyorum akabinde.. Sıcak hava, nemli yatak, bir pansiyonun camından içeriye gelen tatilci sesleri, ve ne de güzel bir beyaz eskisi pike üzerimizde. Pike ki yeri doldurulamaz bir hissiyatı vardır çocukluk gibi gelir bünyeme.. Pikelere dolanıyoruz, ben eflatun olmak istiyorum hemen akabinde fikrim değşiyor karakterlerden neron beğeniyorum kendime, içmişim rakıyı da dünyayı yakıcam tutmayın beni demek istiyorum ama kolun dolanmış boynuma, bir adım bile atamıyorum.. İçeriye vuran sarhoş tatilci seslerini dinliyoruz yatıp, dünyanın en önemli şeylerinden bahsediyorlar, biz dünyanın en önemsiz şeyleri oluveriyoruz hemen, dünyanın en mutlusu biziz diye bağırmak istiyorum balkonlardan sarkıp ama kolun boynuma dolanmış, bir adım bile atamıyorum.. Bu odanın dışı yok olsa diyorum sana, kapıyı açsak ve dünya yerinden gitmiş olsa, magmaya kadar delik olsa dışarısı, bu oda kalmış olsa, sen ve ben olsak mesela sadece.. Şikayet etmem diyorsun sonra aklına geliyor, “gözlerinin işi var senin”..
En çok sana susuyorum ben o sırada, susuzluğumu seninle gidermeye çalışıyorum bir yandan bir yandan da kendime sessizlik ekliyorum. Cevaplarımı saklamaya çalışıyorum, ihtiyacımız olan sorular değil ki, soru işaretlerine gerek yok ki, istediğimiz bu değil ki.
Keşke sonsuza dek o odanın içerisinde kalabilseydik. Keşke bir mucize olsaydı ve dünya gerçekten yerinden gitmiş olsaydı kapıyı açtığımızda. Keşke, keşke demeden cümleler kurabilseydim. O masada dinlediğimiz şarkıya eşlik etmek için yarı belimize kadar denize girip kollarımızı aya doğru kaldırdığımızda bizi kucaklasaydı. Keşke kucağım sana öyle bir kapanmış olsaydı ki sen içinde kitli kalsaydın.
Bütün hikayelerin bir sonu olduğunu bilmeseydim ben, her şeyin bir sonunun olduğunu hatırlamasaydım. Ya da unutmasaydım en azından en baştan, ama kolun boynuma dolanmış, hiç bir şeyi hatırlayamıyorum.
Bütün tecrübeler yerini boşluklara bırakmasaydı. Bende her zamanki gibi öğrenilmiş bilgiler sıfırlanmasaydı.. tenin tenimi bunca yakmasaydı, o odadan çıkmasaydık.
Gerçek denen şeyin içerisinde bunca gereklilik kipi ile yaşatmaya çalıştığım hallerime dünya ucundan kıyısından bulaşmasaydı. Telefon çalmasaydı, gitme vakti hep gelmeseydi, gözlerinin işi olmayıverseydi mesela, öpücük balıkları susuz kalıp ölmeseydi..
Dışarıya çıkıp sırtımı güneşe vermek istiyorum biraz, yan gelip yatmak, sıkılınca diğer yanımı devreye sokmak. Isınmak istiyorum, denize girdiğimde üzerimden buharlar çıkarmak.. Bu yalnızlıktan biraz kurtulmak, bunca birlikteyken herkesle, bunca çok şey anlatırken mesela, birazcık anlaşılmak. İçimden çıkan manik ile yatağın altına saklanmaya meyleden depresifi kucağıma alıp ikisini birarada taşıyabilmek..

Aynı yöne bakıyoruz, aynı şeyi göremiyoruz. Aynı yöne bakarken aynı yere bakmıyoruz, birbirimize nereye baktığımızı söylemiyoruz. Kimse diğerinin nereye baktığı ile ilgilenmiyormuş gibi yapmalı. Kimse ne gördüğünü anlatmamalı, susmalıyız. Bir oyun oynuyoruz aslında yine de, kurallarını kendimiz koyuyoruz sanıyoruz üstelik. Bu cüret ikimizde de var elbette, bu yaratan olma hevesine sahip yaratıcı ruhu bize veren bir yaratan varsa, o düşünsün bize ne diyip gülümseyebiliriz. Her durumda gülümseyebilecek gibiyiz nitekim oyunumuz var, kurallarını da biz yazabiliriz, her şeyi yönetebiliriz sanıyoruz.
Sanrılar..
Tanrıcılık oynamaların sonunun acı ile bittiğini kabullenememeler. Yaratan olmak değil de yaradılan olmanın tevekkülüne inanmamalar.. sıfatlara ve yön tabelalarına ihtiyacımız yok bizim, duygularımıza isim vermemiz elbette gerekmiyor, kimsenin diğerinin hayatında ne iş gördüğünü belirlemesi lazım değil, şimdi mutluyuz bu yeterli (evet canım biliyorum mutluluğun sahtesi olmaz, şimdi blue pills or red pills, uzat avucunu yutacağım denk geleni..)

Ve sen hızla canımı yakabileceğin bir noktaya ulaşırken hayatımda, hiç sorun etmiyorsun bunu, yeri geldiği zaman can yakmak bir gereklilik kipi belki, öğrenime devam edilmeli. Bunu sana söylesem itiraz edeceğinden öyle eminim ki kendime susmalardan bir susma beğeniyorum..where is love, where are the butterflies, where is zsa zsa zsu diye soramıyorum, oyunun kuralı bu. Kuralına göre oynamayanın yanacağını biliyorum, yanacağımı biliyorum, ve her defasında olduğu gibi, bile bileyim ben, adımı bu olarak değiştirmek istiyorum..
yanan yerlerime merhem sürer misin diye en sevimli halimle sana geldiğimde seni odada bulmamayı beklemiyorum. Bir not bile bırakılmadan, bir tek cümle yazılmadan, işaret verilmeden vurulmayı beklemiyorum mesela, sırtımda kalan şezlongun izlerinin böyle derinden acımasını beklemiyorum, sırtımda acıyan başka bir şey olmalı, hançerini kontrol eder misin sırtımda unutmuş olabilir misin tatlım diye seni aramak istiyorum, aramıyorum, oyunu ben bozdum biliyorum. Ve bu garip oyunda benim görevim kit, kendimi kaptırmadan seni sevmekti. Seni sevmenin içerisine ilişki öğeleri katarak bir şeyleri bok etmemekti.
Beceremedim sanıyorum. Neden gittin, neden boştu oda, yatak neden topluydu mesela, kim toplamıştı bilmiyorum. Kolun boynumda kalmış canım diye seni aramak istiyorum, aramıyorum.
O gece dışarıdan yine o sarhoş adamların konuşmaları geliyor, sonra uyumaya gidiyorlar, onlar normal insanlar ve artık benden daha mutlular oysa ben buna hiç ihtimal vermiyorum. Kahkahalar atmalarına, kadınların “ay çok güldüm” demesine, çocukların sorun çıkarmadan erken yatmasına, yemeklerin güzel, rakının tatlı, denizin sakin, havanın ılıman, dünyanın dönüyor olmasına bir mana veremiyorum.. Saatinin tıkırtısı devam ediyor, senden ne bir ses var ne de bir görüntü, ben de duruyorum.
İçime sinmesini bekliyorum bu durumun sabırla.
Buna da alışacağımı biliyorum nasılolsa. .

Hiç yorum yok: