7 Ocak 2008 Pazartesi

mektup

“Artık müzik için minnet duymayı bıraktım” dediğin andayım.
Yüzlerce şey konuştuktan sonra, hala bir hayat boyu konuşacak şeylermizin olduğu, ve bunun kişiler değil fikirler olduğu noktada.
Hiç konuşmadan tabu kelimelerini buldurabilen, beraber çamaşır astıran, yine de yüzlerce iyi fikirle, hepsini unutacağımız konuşmalar yaptığımız yerde.
Bir denize bir tavla pulunu fırlattığın yerden çok uzakta, ama aynı göğün altında.
Klasik bir kötü havalı İstanbul sabahında, sabahdan kalma kafalarla, çözümüne ulaşamadığımız sıkıntılarımızı bölen kahkahalarımıza, sana Amsterdam’dan inek getirmeyi hala hayal edip gülebildiğimiz yerdeyim.
Aslında kendimize haksızlık ediyoruz yazamadığımızı söyleyerek. Aslında hala sürekli yazıyoruz sadece ağrıyan ellerimizin yerine geçecek bir şey bulamıyoruz ve kelimelerimiz uzayda bir yerlere savruluyor. Aslında konuştuklarımızı kağıda dökebilecek kadar metanet sahibi birini bulabilsek ve bizim yerimize yazsa tüm sorunlarımız çözülecek. Ve biz her ne kadar aksini sanıp üzülsek de aslında hala Paris’e gidip çocuk bakacak çocuklar yaşıyor içimizde. Yıllar boyu yanyana dinlediğimiz şarkıları bir kere daha açıyorsun, geçmiş bir kelebek gibi aramızda uçuşuyor. Ozamanlar bende mevcut olmayan bir bilinç ile “bu gün”ün güzel olduğunu hissediyorum. Bu bizi yıllar sonra senin evlendiğin evde Türk kahvesi içer ve konuşurken “an”ın “anı”ya dönüşmesini izliyorum ve henüz içerisindeyken bile mutlu hissediyorum. Oysa biz bunu ne kadar az yapabildik. Zamanında mutlu olmayı ne kadar az becerebildik. Mutluluk ancak geçip gittikten sonra arkasından bakıp hayıflanılacak bir şeydi bizim için. Fazla kafaya takmamak için bize içkileri galon hesabıyla içtiren bir şeydi. Şimdiyse nereden geldiğini bilemediğim bu bilinçle mutlu hissediyorum. Hello.. Is there anybody in there diye bağırdığımda, sesime ses verensin..
Kendi depremimden sağ kalan yanlarıma geçmişten gelen en tanıdık hissin. Benim harabelerimde benimle beraber en çok gezen his..
Sigara üzerine sigara içiyoruz..
İstanbul’da, Okmeydanında bir evde, senin evinde, sene olmuş ’06, ‘97de yazdığımız yazılara bakıp gülümsüyoruz.
Sen yerde oturmuş kendi kendine gülerek bana mektup yazıyorsun..
Ben kendi kendime oturmuş çocukluğumuza bakıyorum.
Genelde komik olan yazıları ben yazarım, kusura bakma
Sanırım yaşlanıyorum.
Artık ağlayacak şeylermizin kalmadığı,
Kendimizi inandıracak hayallerimizin çok uzaklarda kaldığı
Bu noktada
Son gözyaşlarımı senin için saklıyorum.
Tüm bunları anlattık kendimize
Ve sonra defalarca birbirimize
Kendimizi yeniden anlattık
Hep tekrar
Ve her defasında şaşıracak bir şeyler bulduk
Hala şaşırabilirken şu siktiğimin dünyasında bir şeylere
Değişen bizlerin canlı tanıkları olduk
Dünyayı izledik yanımızdan geçip giderken
Babalarımız yaşlanır
Annelerimiz hem bir bağımlılık hem de bir ceza olurken yaşantımıza
Aynen dediği gibi adamın; “birbirimize vitaminler, moraller verdik”
Bir yanılgıya kapılmadım,
Gözyaşlarımızın aslında bitmediğinden eminim
Ama yine de insan bazen..
Bazen.
Zarar ziyan had safhaya ulaştı. Hasar tahmini hiç bir eksper tarafından öngörülemez hale ulaştı. Gözlerimiz görmez oldu geçmişten başka hiç bir şeyi ve baktığımız noktalara bağlanıp kaldık. Mavi baloncuklar gördüğünü anlattın bana, radiohead dinlediğin yatağının üzerinde tavana bakarken sen, Clementine gibi seni içine alacak bir balonla o yataktan havalanıp gideceğin anın hayalini anlattın. Ama tüm balonlar sen elini uzattığında patlıyordu ve sen balonsuz kalıyordun.
Nefessiz kalıyordun.
Hayatsız kalıyordun.
Bitkisel bir yaşantının saksısını beğenmiyorsun. Saksını değiştirecek kimseyi bulamıyorsun ve kendin zaman zaman işemeye dahi gidemiyorsun. Ama o saksının değişmesi gerektiğine dair engellenemez bir istek duyuyorsun. “Amına koyayım evli bir kadınım istediğim kadar içerim diyorsun”. Benden sana milföy hamurundan gemiler yapmamı istiyorsun. Sosisleri milföy hamurundan gemiler ile tahliye etmek istiyorsun. Birinin bize yardım etmesi gerektiğine yıllardır kendimizi inandırdık ve şimdilerde herkes kendi kurtarıcısını kendisi buluyor, kendin mesih kendin ye..
”Bir tutam içecek” isteyen ex-kankadan bahsederken “tutamını siktiğim” buyuruyorum, senin fermanın ise “tutam tutam siktiğim” şeklinde.
Terbiyesizliğin had safhasına ulaştık. Ulaştığımız safha hayretler uyandırıyor, hayranlıktan ziyade. Ulaştığımız tüm noktalardan bilinçli bir boşluğa uzanıyoruz.

Dolmakalemle yaptığın yolculuğundan alınmış bir tek dersin bile yok. Ders astığımız saatlerde ders alamadık hayattan.
Yarısı kırılmış binalar içerisinde yarısı yaşanmış bir aşk bıraktın. Tamamlanırsa hayatın tamamlanacağını sandın, kaçtın.
Gözlerinle “kaçtım” derken, ağzından “gittim” çıktı.
Gittin..
Gelmiş-Geçmiş’lere bıraktın kalanı,
geldiğine geleceğine pişman ettin,
gelmişini geçmişini siktin.
Kalanı beğenmedin, küsurlu bir rakam çıkıyordu. Sen bir kaç senede bir kendine geldiğinde kalanları topluyordun elinde 3,45 gibi bir rakam oluyordu. Anlamıyordun. Yüzler değişiyor, hızlar değişiyor, görüntüler gidip geliyor, yakalayamıyordun. O adam hem bir adam edemiyordu hem de tüm adamların toplamından fazlaydı, sadece biraz küsuratı vardı. Törpülenemez yanları...
Sense kendin bir ömür törpüsü gibiydin, törpülemeye çalıştığın bir hayat vardı, törpülenmesi gerektiğine kesin bir kararlılık ile bağlandığın.
“Kendin yaver kendin ye” bir bünyeye sahiptik. Hizmetimizdeki tüm erkekleri korkutup kaçırdık. Halksız kaldık bunu haksızlık sandık. Tüm haksızlıklara biz uğradık, hayat kendisi bir haksızlıktı zaten, çok şey hak ettik sandık, hiç birini alamadık, direticek gücü kendimizde bulamadık, unuturuz sandık, yanıldığımızı anladık ama artık yaşlanmıştık. Nefret bile edemeyeceğimiz bir hissizliğe ulaştık. Kalbimizin kırıklarından kendimize “pipe” yaptık, çekince ağzımıza kaçan küllerden yakındık. Daha evvel yaktığımız gemilerden elimizde kalanlar için bir tutanak tuttuk. Tutacak olduk. Ne olacağımızı bilemediğimiz, sevmediğimiz şeyleri saymaktan sevdiklerimizi saymaya bir türlü gelemediğimiz, bitmek bilmeyen şikayetlerimizi nereye bildireceğimizi bulamadığımız bir
tımar-hane olan bedenimizde ruhumuzu tımar edemedik...
Senin gibi koşamadığımdan senin gibi düşemediğimi söylüyorsun. Bu mümkün olabilir.
Düştüğünde açtığın yaralar hayranlık uyandırıyor.

Hiç yorum yok: