9 Nisan 2009 Perşembe

selimden gelen mim


Mim diye bir şey var takip edebildiğim blog dünyasında. Bugüne kadar uzaktan takip ediyor ve şaşırıyordum aslında, birileri birilerini bir takım konularda görevlendiriyor, görevlendirilenler de üşenmeden erinmeden bu görevleri yerine getiriyor. Bir takım “mim kuralları” filan bile uydurmuşlar, misal seni mimleyenin linkini vereceksin, sonra sen de bu “mim”i 3 kişiye ileteceksin gibi. Bir nevi forward message silsilesi (ki hiç hazetmem).

Ama işte Selim Işık, sevdiğim karakterlerden bir tanesi oldu, hatta öyle oldu ki cismen olmasa da fikren hayatıma işlemiş ki rüyamda kendisiyle konuşmuşluğum ve hiç görmediğim yüzü yerine de “ne idüğü belirsiz” bir yüz oturtmuşluğum bile var. Toygar ve Selim Işık şeklindeki çift karakterinden yağan yazılarını sıkılmadan, atlamadan okuyorum. Ona ulaşmam ise ekşi sözlükten bilip sonradan blogundan takip ettiğim travis&Tyler durden sayesinde oldu. Buradan 2 veri ile genellemeye ulaşacak olursak (oluyorum şimdi) ben çift karakterli insanları seviyorum çünkü neden? Daha eğlenceliler. Bi kere kalabalık, 2.si, karakterlerden bi tanesi sıkıcı olsa bile diğeri durumu kurtarabiliyor, 3.sü ise demekki bi yakınlık hissediyorum (“yüzlerimi ellerimin arasına aldım oturuyorum” şeklinde başlayan ve benzeri bir takım yazılara imza atan ben, zaman zaman s. zaman zaman sin zaman zaman sinem olarak kendilerimden kendim beğeniyorum ne de olsa..)

Velhasılı kelam, Selim Işık bunu yazmış:(http://selimisik.blogspot.com/2009/04/ben-cocukken-mim-diye-bir-sey-yoktu.html) , sonunda da bana mim kitlemiş. Başkası olsa nereme sallamadığım belli olmazdı ama onun yazdığı yazı hoşuma gitmiş olduğundan olsa gerek, “ben de yazayım noolacak yau” dedim.

Şimdi çocukluğumu anlatmam gerekiyormuş.

Unutmaya çalıştığım kötü hatıralarımı sıralayıp bu “depresif blog çampiyonşip ödüllü” blogumu daha da karartmak yerine, Selim’den örnek alarak daha insan bünyesine zararsız bir profil çıkarmaya çalışacağım 28 sene evvel başlamış olan hikayeme.

Annem beni zor doğurmuş, sanırım buradan başlamak uygun olur. 9 ay 20 günlük bir insan evladı olarak, dünyaya gelmek konusundaki isteğimi en baştan belirtmişim, az daha dursaymışım annemi de kendimi de zehirleyerek bu işkenceye başlamadan bir son verebilirmişim. Depresif olmayacak başlangıç konusunda başarısız olmuş olabilirim. Yazının muhtelif aşamalarında bunu yeniden deneyeceğim.

Neyse, o aşamada kimseyi zehirlememişim, oldukça “zorla “ denebilecek yöntemler ile dünyaya getirilirken kendime hiçbir zarar vermemişim ancak annem ağır hasar almış. “Daha da doğurma” demişler kendisine, ki beni yetiştirmek üzere uğraştığı süre boyunca Cirque de Soleil’e 150 milyon iyi eğitimli hayvan yetiştirebilirdi sanıyorum bu sebeple isabetli bir hal olmuş. Her işte bir hayır var..

Çocukluğun hatırladığım kısmı, şu an hala halamın oturmakta olduğu, 2 kat altta babannemin yaşadığı, 4 katlı, 4 tarafı bahçeli bir apartmanın en üst katındaki daireye denk gelir. Pek severdim orayı. Yenimahalle denen semt, bir çocuğun yetişmesi için oldukça uygun bir ortam sağlamıştı bize. Her yandan çocuklar fırlıyordu, bizim apartmanda alt katta benle yaşıt Didem (ki kendisi ile büyüme çağında ettiğim kavgalardan elimde kalan bir tutam saç olmuştu, beni annesine şikayet etmişti, annesi bize gelip anneme söylemişti ve annem beni çok kötü dövmüştü) ve karşı apartmanda eşit şartlarda (4 taraf bahçe) oynayan bir sürü çocuk vardı (nerden baksan 10 çocuk falandık, kuzenlerim de eklendiğinde yedekleri de olan bir futbol takımımız olabiliyordu..)

Her yandan çocuk fırlamasının ve bu sayede azgınlık yapmak için her daim yeterli kalabalığa sahip olmanın yanı sıra, bir de bahçeler ve o bahçelerdeki saklanacak, koşacak yer bolluğu, tırmanacak ve her daim hayvan gibi meyvesinden yiyerek karın ağrıtacak bir ağaç bulabilme imkânı bulunmaz Bursa kumaşıydı. Günlerim bahçede geçti, sokakta büyüdüm, sokaktaki insanların kimin çocuğu, hangi sosyal sınıfın neresinde durduğu gibi şeylerin hiçbir önemi yoktu ve hayatımın “sınıflandırmama” güzelliği sanırım oradan kaldı. Eve okadar girmezdim ki, zaman zaman bahçeye sıçtığımı buradan itiraf etmemde sanırım sakınca yoktur (pis miyim neyim, 2 kat yukarda bir ev, 4 kat yukarda bir ev daha var ama sen bahçeye sıç sonra da Crusoe gibi götünü yapraklara sil..). Ekmek arası bir şeyler verilmediği sürece babannemi minimum 30 kere “eve gel” diye bağırtıp oyundan kopamamak, diğerlerinin akşam 5 gibi ezan okunması ile eve girmek zorunda kalması (ne alakası varsa artık) ama benim babamın arabası otoparka girene kadar çamurdan topak yapıp yoldan geçenlere onu satmaya çalışmam da aynı zamanlara denk gelir. Hep bi ticaret kafası varmış demek. Bi de sümüklü cam silici bebeler gibi bahçeden kopardığım gülü yoldan geçen sevgililere kakalama isteğim vardı ki buna da hala mana veremiyorum. Babam duysa şimdi bile döver yani, o derece.

Meybuz almak için verilen 100 liralar vardı ozaman, limonlu meybuz, kolalı meybuz, haşlanmış mısır, plastik top. Giderlerim hatırladığım kadarıyla bunlardı.

Bunun dışında bahçeyi çevreleyen duvara hep beraber inci gibi dizilip çam ağacından kopardığımız iğneleri ilmekler haline getirip iç içe geçirerek en uzun zincir yapmaca, karpuz kabuğunun tepesinden kesilen parçayı kaplumbağa diye yutturabileceğimiz inanç ile ip geçirip yolda sürümece, ıslık çalıp yoldan geçen taksilerin durmasına yol açıp sonra hayvan gibi kaçmaca, bilimum yükseklikten çarşaf pike ne varsa dallara tutturmak suretiyle çadır yapmaca gibi eylemleri de hatırlıyorum. Genel olarak bir eğlence ortamı yani. Bazen de nedensiz yere (ya da şimdi hatırlayamadığım boktan nedenlerle) karşı apartmanın çocukları ile “savaş” ilan edilir, siper alınır, taş atılır, bu taş atma süreci birinin kafası yarılana kadar devam ederdi. Kafası yarılan “anneeee” diye ağlayarak eve gider, onun ailesi taşı atanın anne-babasına şikayet eder, biri dayak yemiş birinin kafası yarılmış olarak savaş sona erer, biz mutlu yaşantımıza dönerdik.

Karşı apartmanın bahçesine salıncak yapılması şartları dengesizleştirmiş, onları öne geçirmiş olsa da genelde oyunlar hep beraber oynandığından salıncak da yaşantımıza bir renk katmıştı. .O salıncağın altından geçerken (sallanan 2 kişi varken) zamanlamayı yanlış yapıp salıncak tabanının alnıma oturması ve benim iki seksen tabir edebileceğimiz bir şekil ile yere yapışmam ise kötü hatıralar ve belki de şimdi bu halde olmamın sebepleri arasındadır.

Bulaşık telini ucundan tutuşturup çevirdiğinizde yere göğe kıvılcımlar sıçratır, hıdırellez zamanı ateş yakılıp üzerinden atlanır, saklambaç oynarken haber vermeden eve gidilmesi ibneliktir..

Sonra aradan ne kadar zaman geçtiyse, mahalleden BMX bisikletli 2 çocuk geçti.

Özlem abla, Nurcan ve ben duvarın üzerinde oturuyorduk. Bizim apartmanın duvarının. Çocuklar bir daha geçtiler sonra, bir daha baktık. Yolun sonundaki Kemal Bakkal’ın ordan geliyorlardı. Bir tanesi sarışın ve mavi gözlüydü ki İç Anadolu ortamı için enteresan bir birleşim sergileyen bu beyaz tenli dişlek çocuk bir anda adını henüz veremediğim bir takım hislerin oluşmasına, ilk kez fark edilmesine sebep olmuştu. Eve çıktığımı hatırlıyorum, annem mutfak balkonunun kapısını açmış, kıymalı sigara böreği kızartıyordu, ben balkondan yola bakıyordum gelen geçen var mı diye. “Noluyo?” dedi annem, belli ki gözüm yolda kalmış.. Noluyo..

Noluyosa oluyodu, evde de bir takım gelişmeler oluyodu aynı zamanda, aynı bizim bahçede oynadığımız taş atmaca oyununa benzer bir şeyler. Birinin kafası yarılıp diğeri dayak yiyince bitecek gibiydi sanki savaş ama henüz o noktaya varılamıyordu ve kaşla göz arasında ben mavi gözlü bir hayalin peşine düşüyordum..

düşüyordum..

Çocukluk, o evden taşınmamız ile sona eriyor, o da bu anlattıklarıma çok yakın bir zamana denk geliyor. Şimdi bakınca, mutlu bir çocukluğum varmış diyorum.

Birinci sigarası içip bahçedeki bankın yanına kustuğum gün de dün gibi hatırımda : )

Kışın camın yanında, yazın balkonda heykeller yapan dedem, her daim bir şeyler pişirip “Sineeeeeeeeğğğğğğğğğm” diye bağıran ve beni bahçeye salmadığı sürelerde evini talan etmeme asla ses çıkarmayan babannem (ki kendisinden dayak yemeyi başarmış tek torunu benim,oklavasını ortadan kırıp Ninja kaplumbağa olmam fikrine pek sıcak bakmamıştı..), sürekli bir şeyler için zile basmamdan dolayı kafayı yemekte olan annem ve akşamdan akşama beni gördüğünden tahammül sınırları dahilinde dolanabildiğim babam ve bana ozaman kocaman gelen mahalle..

İnsan mutlu şeyleri hatırlamaya mı teşne yoksa gerçekten mutlu mu geçmiş bilmiyorum ama eğlenceye odaklı saplı şeker halimin o günlerin bitmeyen eğlencesinden kaynaklanıyor olabileceğini düşünüyorum.

Özetle benim için çocukluk sokak demek. Bugün bir başka blogda (kaba şimşek’ti sanırım) rastladığım “şimdi çocukların evde oturup kafayı bilgisayara kırmasına neden takıyolar ki, bok mu vardı lan sokakta?” sorusuna da bi cevap olsun bu madem.

Saygılar Selim Bey : )

s.

3 yorum:

Selim Isik dedi ki...

Sevgili Sinem,

Benden aferin bekliyormuşsun, aferin beklemiyor da olsaydın ben sana bu yazıdan dolayı aferin derdim. Çünkü haketmişsin. Ayrıca beni özel bir yere koyduğunu hele ki, benim de çok sevdiğim T&T’nin bloguyla benimkini aynı kefeye koyduğunu duymak hoşuma gitti. Teşekkür ederim.

Mim konusuyla ilgili zaten blogda birkaç alaycı yazı yazdım. Mim denen şeyi çok yapay bulduğum da bir sır değil. Fakat yapay da olsa iyi düşünülmüş mimler iyi düşünülmüş kimselere gönderildiğinde ortaya güzel şeyler de çıkıyor bana göre.

Çocukluk neden güzel bir mim konusu sorusunu sorarsak da çocukluk pek çoğumuzun özlediği hatırladığında yüzüne bir gülümsemenin konuşlanmasına sebep olan bir olgu cevabını verebilirim ben kendi adıma.

Sen neden bu konu için iyi düşünülmüş bir bloggersın sorusunu soracak olursak, senin yazıların buram buram samimiyet kokuyor da ondan diye cevap verebilirim. Samimi bir bloggerın çocukluk konusunda yazacağı şeyler illa ki güzel olacaktır. İnanmayanlar yazını tekrar okusunlar.

Oturup da burada yazın hakkında cümle cümle değerlendirme yapmayı yersiz buluyorum. Genelde ise güzeldi, çünkü samimiydi, güzeldi çünkü üslubu güzeldi (bkz. Eğlenceye odaklı saplı şeker halleri).

Kıssadan hisse çıkarma kısmına geldik şimdi: Her mim, güzel olmaz, güzel mim herkese yakışmaz, her güzel, mim olmaz.

Sevgi, saygı

Selim Işık

Hamiş: Çocukluk fotoğrafın da ayrıca şahane.

isik dedi ki...

Canım benim;
Öncelikle kutluyorum harika olmuş yazın..
İzninle bir iki unutamadığım anıyı da ben eklemek istedim..
-Seni çevrenin gazına gelip Eylül ayında Kolej'e yazdırdıktan sonra,müthiş bir okula gitmeme direnişi ile karşı karşıya kalışımı..Her sabah elimde o dönemin yarı otomatik çamaşır makinası AEG LAVAMAT'ın maşa model sopasıyla merdivenlerden servise uğurlayışımı....
- EKİM ayı geldiğinde benim artık okula gitmeme gerek yok,nasılsa okuma yazma öğrenmek için yollamışsınız,ben okuyup,yazabiliyorum demeni....
-Okula davet edilerek;Kızınız demirlerden atlayıp ortaokul kısmından Cola şişelerini toplayıp,ilkokul kantininde satıyor
cümlesinden sonra oracıkta ölmek istememi...(Ticari zekana ek !!)
-Bilkent'i kazanıp,hazırlık atlamana ragmen,gitmemek için saçlarını sıfıra kazıtmak zorunda kalmamızı unutamıyorum...
Offff offfff örnek o kadar çok ki..
Herşeye rağmen tanrının bana bağışlaması için hergün dualarla teşekkür ettiğim,aldığım nefesin sebebi,yaşam keyfim,hüznüm,herşeyimsin..
Seni çok seviyorum...

shadowboxer dedi ki...

duygusal bi insansın anne :)

saçlarım sıfır değildi. yani kısaydı evet ama sıfır değildi! 2 filandı sanırım.

Kola şişelerini toplayıp satmakta bi sakınca yoktu, daha fazla kola içmeye yarıyordu.

okuma yazma öğrendikten sonra okulu bırakmak da hiç de fena bi fikir değildi, okul kötüydü.