11 Ekim 2008 Cumartesi

fall back

güzel zamanlar geçiyor, tıpkı kötüleri gibi. aradaki fark zamanın göreceli bir kavram olduğunu ispat etmek isteyenleri doğrular gibi. şöyle ki; güzel zamanlar hızlı, kötü olanlar aheste geçiyor. ama biliyoruz, içimizden tekrar ediyoruz, hiç bir şey baki kalmıyor, her şey geçiyor. tüm acılar, anılar, yaşamlar, görüntüler bir trenin hız yaparken camından izlemeye çalıştığımız andaki gibi, kayıyor, yoksa benim görüntü sensörlerimde kalıcı bir hasar mı oluştu? siktiret.. çok da önemli değil. hayatı sürdürebilme gücünü veren aynı zamanda bu "geçicek" hissi..

geçicek ama her şey çok güzel olucak filan değil, okadar da değil.. pollyanna'yı okuduğum zamanı düşünüyorum böyle pesimiste yaklaşan bir akıntıya kapıldığımda. sanırım ilkokul 3-4 falandı. annesi babası öldükten sonra teyzesinin yanına gönderilmişti, teyzesi ona bok gibi davranıyordu ve bunu yeterli bulmayan pollyanna bir de evine yardım etmek için yemek götürdüğü insanlardan kendine bok gibi davranan bir başka teyze ile bir de yaşlı adam bulmuştu. bu sadist moruklar diyarında mutlu olabilmek adına götünü yırtarcasına harcadığı çaba yerine bütün yapması gereken kimseyle konuşmamaktı aslında ama bunu ona kim anlatıcaktı bilmiyorum ki.. sinir olmuştum kitabı okurken, gerçekten o kitaptan bana kalan 2 tane his hatırlıyorum, bir tanesi o yaşlı, huysuz, cehennemlik adamın (sonradan pollyanna elbetteki onun içinde aslında var olan iyiliği bulup ortaya çıkarmış ve huzura ermişti) evinde kristal avizeden bir salkımı eline alıp güneşe tutuyor ve ışıkların prizmadan yansıması duvarda bir "renk cümbüşü" yaratıyordu. kitapta anlatılan buydu ve gözümün önünde bunun canlandığını ve beni mutlu ettiğini hatırlıyorum. diğer his ise kitap boyu yakamı bırakmayan asabiyet olmuştur.. bu yapmacık, aslında mutlu gibi görünen, kendini insanların içindeki iyiyi bulup çıkarmaya adamış küçük kız örnek alınası bir insan mıydı? inandırıcılıktan uzak bir iyilik kumkuması, bir mutluluktan öle yazmalar falan.. lanet olası pollyanna'nın bunca iyilikten sonra ödülsüz bırakılması elbette mümkün değildi, danielle steel romanlarına yakışır bir tarzda, her şeyin en iyisine layık pollyanna'ya şimdi hatırlamak için kendimi zorlamak istemediğim bir takım motorlu vasıtalar çarpıyor, kendisi bacaklarını kaybedip yatak döşek halini alıyordu. buradan alınacak ders neydi? iyilik yapanın illa iyilik bulacağına dair kör inanç saçmaydı.. saçma. iyilik yap denize at daha mantıklı bir çerçevede iredelemişti konuyu. neyse, pollyanna'nın allah belasını verdi, yaptığı iyilikler boşa gitti ama bu hikayeyi kimsenin benim gibi hatırlamadığını fark ettikten sonra bu düşüncelerimi kimseyle paylaşmadım. kimseyle..

şimdi bu ankara sonbaharının tam ortasında (başlayalı bir buçuk ay oldu, bitmesine bir buçuk ay var) her ankara sonbaharının tam ortasında olduğu gibi garip bir ruh hali içerisindeyim.
bir şeylerin geçişine, geçmişine ve kalanlarına bakıyorum.

içimde kalanlar,
dışımda kalanlar,
aklımda kalanlar
ve elimde kalanlar..
bakiyeler yani.

böyle muhasebeleştirince her şeyi, daha mı kolay oluyor hesaplar?

artılar,
eksiler,
verilenler,
alınanlar,
bırakılanlar,
taşınanlar..

hepsini ayrı hanelere yazmak lazım değil mi?
negatif ve pozitif değerleri bir araya getirmek ve elde kalana bakmak lazım.

elde kalan: kelimeler..

aklıma yine bir sürü eski isim geliyor buara.. belki g. sebebiyle hızla e.'yi düşünmeye başlıyorum mesela.. ne kadar uzun zaman oldu yok olalı ve başta ne kadar acı vermişti olmaması.. çaba harcamak istemiştim koruyabilmek için, elimden ne geleceğini bulamadığımı, sadece buradan kalkıp istanbula onu görmeye gittiğimi ve tekrar konuşmak istediğimi söylediğimi hatırlıyorum. kötü bir gündü.. kendimi kötü hissediyordum. valizim kapının eşiğinde kalmıştı. aynı eşikten alıp tekrar arabama koymuştum sonra giderken. ilk aşık olunan sevgiliden ayrılmak gibiydi, belki evlat acısı gibi tabiri de doğru olabilir bunu anlatmak için. canım çok acıyordu çünkü çok emek vermiştim, çok sevmiştim ve karşılığında raf ömrü dolmuş bir ilişki ve beklemediğim kadar çok suçlama vardı, hakkımda bunları düşünebilmiş bir insan ile 5 sene et-tırnak halinde yaşam sürdükten sonra tırnaklarımı kerpetenle çeken bu insanın şimdi beni hiç sevmediğine, benim de aynı acımasızlık içerisinde davranmam gerektiğine inanmam ne uzun zamanımı aldı. yine de sonuçta ne oldu, geçti.. hala arada bir rüyamda görmek, bazen bir şeyler canımı yaktığında onun sızısını hatırlamak haricinde ne haberim var, ne bir kere karşılaştım ne de elimden bir şey geldi korumak istediğimi sandığım dostluğunu korumak için.. kayıplar tek başına mı verilir? bir taraf mı hatırlar ve özler? söyledikleri gerçek miydi, inanmış mıydı, benden içten içe aslında nefret etmiş bir dost muydu? bulamadım.. bilmek istemedim daha fazlasını.
unutmamışım ama hala bunları..yine de içimde ona duyduğum sevginin nasıl bir şey olduğuna dair bir hatıra öyle canlı ki..onu ne kadar sevdiğimi gözümün önüne getirebiliyorum desem yeri..

affetmek ve unutmak birbirinden bağımsız işleyen iki eylem. affettiklerini unutamadığın oluyor, dedikleri o söz gibi işte, "affeder ama neyi affettiğini unutmaz".. bu iyi değil, bunun yerine her şeyi unutabilmeyi tercih ederdim. hatta gerçekten "eternal sunshine of the spotless mind"daki firma gibi birileri gelip "tamam ulan silicez hafızanı" dese, parça parça ayırmaz, komple formatlatır, parası neyse taksit filan yaptırır öderdim. yerine yenileri dolacak yine, ve belki onlardan da kurtulmak isteyeceğim ama önemli değil, bir sabah uyandığımda yaşayacağım o anadan yeni doğmuş huzuru için ne verilmesi gerekiyorsa vermeye razıyım.. bir de mutlu olmuş olduğum anılar var elbette ama hiç bir önemi yok, onları ayırmakla uğraşmalarına da gerek yok, "bedeli ödenmiş mutluluklar" ekolünden bulunduklarından, o mutluluğun hemen arkasından başıma gelmiş olan sinir bozucu hadiseyi de hatırlatıyorlar nasolsa, yani durmasa da olurlar..

kendime bir kahve daha yapacağım şimdi. ev soğuk. ellerim hep buz gibi. artık sigara içmediğimden normalde bu kahve seansına eşlik edecek olan sigaranın yerine geçecek bir şey yok. o boşluk duruyor. aslında uzun zaman oldu, artık sigarayı da hatırlamıyor olmam gerekirdi ama kahve tadı işimi çok zorlaştırıyor. sanki sigarayı isteyen ben değilim de kahveymiş gibi..
görünürde her şey yolunda. işe gidiyorum, işten çıkıp eve geliyorum, haftada bir gün arkadaşlarımla görüşüyorum, bir gün yemek ve ütü yapıyorum, 2 gün spor yapıyorum, bir ya da iki gün annemi görüyorum, babamla aram iyi, içki ve sigara içmiyorum..

yani demem o ki;

Fitter, happier, more productive,
comfortable,
not drinking too much,
regular exercise at the gym
(3 days a week),
getting on better with your associate employee contemporaries ,
at ease,
eating well
(no more microwave dinners and saturated fats),
a patient better driver,
a safer car
(baby smiling in back seat),
sleeping well
(no bad dreams),
no paranoia,
careful to all animals
(never washing spiders down the plughole),
keep in contact with old friends
(enjoy a drink now and then),
will frequently check credit at
(moral) bank (hole in the wall),
favors for favors,
fond but not in love,
charity standing orders,
on Sundays ring road supermarket
(no killing moths or putting boiling water on the ants),
car wash
(also on Sundays),
no longer afraid of the dark or midday shadows
nothing so ridiculously teenage and desperate,
nothing so childish - at a better pace,
slower and more calculated,
no chance of escape,
now self-employed,
concerned (but powerless),
an empowered and informed member of society
(pragmatism not idealism),
will not cry in public,
less chance of illness,
tires that grip in the wet
(shot of baby strapped in back seat),
a good memory,
still cries at a good film,
still kisses with saliva,
no longer empty and frantic
like a cat
tied to a stick,
that's driven into
frozen winter shit
(the ability to laugh at weakness),
calm,
fitter,
healthier and more productive
a pig
in a cage
on antibiotics.

hahahaha.. oldu işte.. a pig. in a cage. başardım.

"başarmadım mı ulan amına koduklarım" diye bağırmak için biraz daha bekleyeceğim.
bu defa bağırırken yelkenlerimi açmış, kıyıdan uzaklaşıyor olacağım.. sadece bunun için yaşamayı değer bulmaya başladım..ne enteresan, bunca sene sonra, bana yaşama sebebi olabilecek bir şey buldum ve eğer onu da yapar ve canımın sıkıldığını fark edersem kendimi oracıkta kendi ellerimle boğmaya karar verdim. başka da çaresi yok..

Hiç yorum yok: