17 Aralık 2013 Salı

bende sana yetecek kadar kelime kalmadı

çok konuşuyoruz, belki kelimeler her şeyi bok eden.
çok düşünüyoruz, büyük ihtimalle de bu başımızı ağrıtan.
içinden çıkılmaz bir hal aldı zaman.
belden aşağı vurmalar ile tükürükler saçarak bağırmalar birbirine girdi.
ne söylesek yanlış anlaşılır, çok uzun açıklamalar gerektirir, kimse kimseyi aslında tam olarak anlayamaz oldu.
aynı cephede savaşırken sana karşı gard almaya başlar buldum kendimi.
hani çocuk demiş ya sana, gardını düşürme diye, benim hem gardım hemen düşer hem de canım hemen yanar oldu.
oysa kelimeler yanar döner, hislerin oyuncağı kelimeler, tek bir rengi olmayan, her zaman doğru yere varmayan, her zaman doğru anlamı taşımayan, her zaman ağızdan bilerek çıkmayan, ham hali ile bir çok kere insanı pişman eden kelimeler.
senin kelimelerini bu kadar doğru anladığını zannedip bu kadar yanılmak da cabası.
bir sürü sonuç çıkıyor ortaya, öncelikle yaralar çok taze elbette hepimizde, travmalar kocaman. çünkü çok düşünmüşüz, kendimizi yakana kadar, yandığı yere kadar.
bir varoluş çabası veriyorum zaman zaman seninle, oysa bu "bizim" tabiatımıza aykırı.
çünkü sen ve beni "biz" yapan en güzel şey hiç bir mücadele vermeden, tanışmak zorunda kalmadan, bildiğin, sevdiğin ve güvendiğin birisinin yanında huzur duyabilmekti..
şimdi malesef -elbette tabiatın gereği- benim sarhoşken girdiğimden şikayet ettiğin "o hal" sende de var. bütün haftasonu neyin kavgasını verdiğimi hala ara ara hatırlıyor olmak canımı sıkıyor, canımı yakıyor daha önemlisi. aslında benim derdim yine, bir daha diye geliyor içime..
aslında benim derdim benim.
bildiğim, güvendiğim, sevdiğim.
sevmediğim yanlarım da var elbette, senin de olacak elbette.
ama işte kelimeler, öyle bir geliyor ki üzerime, sus dedikçe, artık yeter dedikçe, sürekli geliyor. soğusun diyorum, bitsin ozaman diyorsun, alkollüyken yanına gelmem diyorum, bitsin ozaman diyorsun, "şu yaptığını hiç doğru bulmadım" diyorum, bunun adı sanırım vırvır çünkü sana bunu on kere daha söylemiş oluyorum. kendimi fikrini söylemekten men edilmiş -çünkü can sıkıcı, çünkü bağırabilirsin bana mesela- kendisi olmaması beklenen bir zavallı gibi hissediyorum. zavallılığım ise şundan, gidemiyorum. dönüp dönüp bir daha baştan hadi diyorum. çünkü o sabahların bir anlamı olmalı evet. o gülüşlerin ve sarılmaların...
seni seviyorum dediğinde içimden geçen "seni derken?" sorusuna mani olamıyorum.
bu histen nefret ediyorum.
bütün istediğim kalbimi kirletmeden kaçabildiğimi sanırken ben, kendimi yeniden bu camın önünde bomboş gözlerle camdan dışarı bakarken bulmamaktı. ve elbette sana da bunu yapmamaktı.
bu kirli, çirkin hislerle ya da bu üzgünlük ile baş etmeye çalışmak zorunda kalmamaktı.
mutlu olabilmek ve mutlu edebilmek istemiştim. mutlu olabileceğimize gerçekten inanmıştım.
şimdi olamıyorum. geçer diye bekliyorum.
zaman diyorum, zamanla geçer. o geçene kadar ben dayanabilecek miyim bilmiyorum.
sana bunu söylediğim için bana kızıyorsun ama elbette bu ümitsizliği bir tek seninle paylaşıyorum.
canının acıdığını anlıyorum ama sen bana her "bitsin ozaman" dediğinde de benim kalbim parçalanıyor, bunu anla istiyorum.
bunu yazınca mesela, senin "benim kalbim okadar kırıldı ki artık kırılmıyor" dediğini unutabilmek istiyorum. çünkü bunlar kelimeler ve bazen ağzımızdan tam da istemediğimiz şekilde çıktığını biliyorum. sana "s.yi bile özledim" demek istemiyorum. çünkü işin aslı şu, sadece canım yanmadan seni sevebilmek istiyorum. sana zarar verdiğimi, karşılığında da bu acı hissi aldığımı hissetmeden, huzur içinde bir gün istiyorum.
en fazla 7 gün dayanırım ben buna dedin ya, ben 7 gün bile dayanamıyorum.
kalp krizi geçirirdim dediğinde fiziki bir olaydan bahsettiğini biliyorum, bu benim yaşadığım kriz de tam olarak kalbimde ve sen bunu fiziki bir kalp krizi olarak görmesen de ben tam olarak öyle olduğunu biliyorum.
aşılamaz hatalar yapmadık bence, birbirimizin canını çok yakmış olmak da aşktan herhalde.
ama bunu gerçekten artık yaşamak istemiyorum.
çok yoruldum.

sus pus olmuş, puslu bir istanbul muydu yüzün, yoksa çok bildik hüzünler mi taşınmıştı yüzüne dolmabahçe'de, çay tadında.... divit ucuyla yazılmış bir aşkın sureti vardı avuçlarında, tarih bir başka iklimin kıvamını gösteriyordu. ben rehnedilmiş yelkovan gibi... hani akrep'i seven ama
yüreği takvim yokuşlarında....

sinemada elinin elimde terleyişinin bir anlamı olmalı, sesinin sesimde yankılanmasının.. sanki perdedekine üzülmüş ya da sevinmişsin de tesadüfen akmış yüzün içime.. yalan! sen perdeye bakıyorsun, fikrin benim seyir defterimde.. ve ben amerikanca bir filmi kürtçe seyrediyorum...

kadın, beyoğlu'nun bir kış akşamında, üstündeki deri montun sahibine küs, soğukluğundan muzdarip yürüyordu.. adam da.. yürümek hiçbir şeyi
çözmüyordu, bazı aralık akşamlarında... parmağında yaralı bir öyküyü taşıyordu adam.. kadının yüzünde bir hüzün... hüzünlü aralık akşamında bir yüzük... yüzüğün yüzünde dünya güzeli bir kadının kehaneti..
.. soğuğun ve karanlığın vehameti!

hayatı, bir başkasının pantolunu gibi, küçültülmüş, daraltılmış.. ilk sahibinin o pantolonla yaşadığı şeyler, yani pantolonu pantolon yapan anılar, bazı ilkbahar bereleri yüzünden yapılan yamalar, ter tüketen
yazlar... hepsi daraltılmış.. yaşananlara bir beden büyük geliyor artık hayat!

bir aşkı paylaşmak için çok geç, bir paylaşıma aşık olmak içinse erken.. beni sevda yerimden vurdu yine zaman.. şimdi sana söylenecek tek cümle:

bende sana yetecek kadar ben kalmadı.

Hiç yorum yok: